“Değerli Dostlar;
Sesle tanışmam 1976 yılında Kastamonu’nun o güzel ilçesi Azdavay’da başladı. O günden sonra yaşayacağımız tüm sevdalar biraz Kastamonu koktu. Gün geldi göç ettik memleketten. Bir yarımız sılada kaldı. Buralar, oralara benzemiyordu. Gazetelerin bulmaca eklerinde iki resim arasındaki farkı aratırlar ya size, iki şehir arasında bir benzerlik aramaya düştüm ben de. Doğduğum şehirle doyduğum şehir arasında geldik gittik uzun süre. Kastamonu’da olup bitenden haberdar olmak istediğim kadar, İstanbul’da da Kastamonuluları merak ediyordum. Dün köyümde komşu olanların, bugün bu büyükşehirde neler yaptıklarını merak ediyordum. Dernekçilik işlerinde soyunduk. Köy dernekleri ve ilçe dernekleri ile çalıştım. Bir ara il derneklerine destek oldum. Gazete çıkarma teşebbüsüm bile oldu. Yıllar geçtikçe yapamadıklarınız artıyor memleketiniz için. Dünyalık telaşınız sizi uzaklaştırıyor doğduğunuz yerdekilerden. Tam bu sırada aziz arkadaşım Hüseyin Karadeniz ile tanıştım. Bir tek ben değilmişim içi yanan dedim. Lakin ben laf üretirken, o İSTAMONU’yu çıkarmaya başlamıştı bile. Hem de her şeyin ters gittiği zamanda. Gazeteyi gördüğüm gün çok heyecanlandım. Bizlerden bahsediyordu. Bizim gibi sevdası memleketi olanlardan. Her sayfasını titizlikle okuyordum. Hatta reklamlarını bile. Şimdi bu yolda ben de bir adım atmak istedim. Kapıyı çaldım. Ağzına kadar açıldı kapı. “Buyrun” dediler. Buyurmak ne haddimize. Ancak yazabiliriz dedik. Ve yazmaya başlıyoruz İstamonu’nun bir köşesinde. Tüm okuyuculara ve hemşerilerime yürekten bir merhaba diyeyim istedim.”
***
Aslında, kendimi eleştirmekle başlamalıyım. “Neden?” sorusunu insan hep kaybettiğinde mi sorar? Oysaki 5N1K ilkokul müfredatına bile girdi. İkinci sınıfa giden kızım bir şeyi tahlil ederken bu soruları soruyor. Oysa biz sadece kaybettiğimizde; ‘Neden ben bu hatayı yaptım’ diyoruz.
Gelelim meselemize; bu toplum kitap okumuyorsa bütün suçlusu biziz. Hatta en büyük suçlularından biri de benim. Birkaç gündür kitap okuma ile ilgili projeleri inceliyorum. Birçoğu kitap okumayı sevdirmeye yönelik çalışmalar ama sadece proje süresince yapıyor bu görevini. Hayatın bir parçası olamamış, yemek yeme gibi su içme gibi ihtiyaç haline dönüştürülememiş, günün normal akışına sokulamamış kitap okumayı özendirici çalışmalar değil hiçbiri. Sonra kendime bu konu ile ilgili ne yaptığımı sordum. Üç aşağı beş yukarı bu projelere benzer projeleri yöneticilik yaptığım okulda ben de uygulamışım. Sonuç mu? Bilmiyorum. Ama bir gerçek var. Bu çocuklar kitap okumuyor. Ve bunun suçlusu benim.
Sosyal paylaşım sitelerinin birinde dört bine yakın takipçim var. Birçok yerde şiirle ilgili söyleşiye katılıyorum. Şiirleri seslendirirken fotoğrafım var. Dağda, kırda, bayırda neşeli anlarımın fotoğrafı var. İnsanları dinlerken, çocuklarla oynarken, camdan bakarken, yüzemezken fotoğrafım var. Birçok eylemi gerçekleştirirken veya gerçekleştiremezken fotoğrafım var. Ama kitap okurken yok. Gazete okurken yok. Kitapçıda yok. Yok oğlu yok.
Hadi onlar yok. Peki, insanlara okuduğum kitaplarla ilgili ipucu vermiş miyim? Hayır. Peki, kitaplardan güzel sözler paylaşıp, onları kitap okumaya yönlendirmiş miyim? Hayır. Bu soruları kendinize de sorun. İşimiz gücümüz; o günkü psikolojik, sosyolojik ve bir sürü –jik li durumla ilgili sevimli yazılar paylaşmak olmuş. İnceden mesajlar göndermişiz –izmlere doğru. Bir tek ben miyim bu şekilde davranan? Cevabını siz vereceksiniz.
Bu toplumda bir şeyler yanlış gidiyorsa, bunun yegâne sorumlusu olarak televizyonları, gazeteleri, kötü arkadaşları, kolu-komşuyu gösteremeyiz. Erdemli insan sorunu kendisinde kabul eder. Artık bir şeyleri değiştirmenin vakti gelmedi mi? Öncelikle kendimizi sorgulayarak değişime başlayamaz mıyız?