Nasrullah Camii’nden bir kez su içen bir daha Kastamonu’ya gelir diye bir rivayet duymuştum büyüklerimden. Her gittiğimde camiinin avlusunda su içen güvercinleri, asılı taslardan kana kana su içen insanları uzun uzun izlerim. İnsanın, değil bir gün, birkaç saat bile susuz geçirmesinin ne denli güç olduğunu düşünürüm içimden. Ne yazık ki bu düşünce yer yer aklıma gelmekle kalmıyor; şimdilerde korkutuyor da beni. Nereden nereye diyebilirsiniz belki ama düşünsenize hayatımızda suyun olmadığını. Mümkün mü? İnsan vücudunun dörtte üçü suyken, dünyanın ise yüzde yetmişi sudan oluşuyor. Varoluş, canlılık, hayat su ile başlıyor. Yalnızca içtiğimiz su ile biz değil, yediğimiz meyve-sebze, yeryüzüne düşen yağış; suyla mümkün. Temizlik suyla var, dünya suyla var. Dünya nüfusunun hızla artışı, küresel ısınma, su israfı, var olan su kaynaklarının yanlış kullanımı ile Türkiye gitgide daha da çölleşiyor diyor bilim adamları. “Türkiye su fakiri” diyorlar. Peki, yalnızca Türkiye mi? Susuz bir dünya tehdidi bu kadar yakınımızdayken ne yapmak gerek? Üzerimize düşeni yapıyor muyuz yoksa suyumuzu hiç düşünmeden harcıyor muyuz?
Ciddi bir küresel tehdit: Su sorunu ve kuraklık
İnsanın kötü tarafı, bilimsel ne kadar uyarı yapılsa da, kanıt gösterilse de kendi gözüyle görene kadar tehditlerin farkına varamayışı. Dünyanın doğal kaynaklarının tükendiği uzun yıllardır bilindiği halde ve son yıllardır bu tükenme hızla arttığı halde insanların farkındalığı ne yazık ki oluşmuyor. İlk olarak yapmamız gereken; insanımızı bilinçlendirmek. Bakın, yarın, gün geldiğinde “tarlanızı sulayamayacaksınız”, “hayvanınızı otlatamayacaksınız”, “şu göl kenarında oturup piknik yapamayacaksınız” demek mi gerekir? Fark etmiyor muyuz bir zamanlar dedelerimizin, annelerimizin, babalarımızın yanlarından geçtikleri derelerin çoktan kuruyup gittiğini? Biz sularımızı koruyamadıkça, çölleşiyoruz; kuraklaşıyoruz. Şimdi diyebilirsiniz ki, biz anca evde kullanıyoruz suyu. Ona da dikkat etmeye çalışıyoruz. Daha ne yapabiliriz? Etrafınızdakileri bilinçlendirebilirsiniz; örneğin bir litre bitkisel yağ, bir milyon metreküp suyu kirletiyor diye lavabosuna kızartma yağını döken birini uyarabilirsiniz. Sebze ve meyveleri yıkadığınız suları bir kaba biriktirerek, balkonunuzdaki veya bahçenizdeki bitkilere, çiçeklere su verebilirsiniz. Dişlerimizi fırçalarken, banyo yaparken, tıraş olurken daha dikkatli olmalıyız, muslukları şarıl şarıl açmamalıyız sonu gelmeyecekmiş gibi.
Doğanın tekrarı yok
Şimdi benim yaşıtlarım içme suyunu satın almayı garip bulmayabilir. Oysa su gibi doğal bir kaynağın parayla satın alınabileceği eskilerin aklına gelir miydi? Hele hele musluktan akan suyu İstanbul gibi büyük bir kentte içemeyip, plastik damacanalara konulmuş suları satın alacağımızı? Mümkün değil. Giderek ticarileşen bir mal haline gelen su, az bulunan bir kaynak haline dönüşüyor. Elbette yalnızca su değil, çevremizin tamamı değişip dönüşüyor. Ancak su gibi bir kaynağın, böylesine ürkütürcesine azalmasının karşısında nerede hata yaptığımızı bilmek zorundayız. Burada dünyanın önde gelen ülkelerin yöneticilerine, uluslar arası kuruluşlara, şirketlere, vatandaşlara büyük roller düşüyor. Öte yandan sivil toplum kuruluşları da üzerine düşen görevi yapmaya çalışıyor. Ülkemizde su alanında da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları var. Bunların başında da TEMA, Doğal Hayatı Koruma Vakfı gibi vakıflar bunların başında geliyor. Bu alanda devletlerin aldığı/alacağı önlemler ve sivil toplum örgütlerinin bilinçlenmeyi arttırmaya yönelik çalışmaları kadar kişisel çabalarımızın da rolü büyük. Gelecek nesillere ne kadar su bırakacağız sorusu bir yandan düşündürüyor bir o kadar da korkutuyor.
Evde harcadığımız su ne kadar zarar verebilir ki doğaya demeyin. Öyle ki, yüzyıl öncesine göre çok farklı hayat tarzlarına sahibiz. Kişisel hijyen, deterjanların varlığı gibi öğeler de evdeki su tüketimini oldukça arttıran unsurlar. Elimizden geleni yapmak gerek. Çocuklarımızı, çevremizdekileri uyarmak gerek, mevcut halimizi göz ardı etmeden çevreyi koruyalım çünkü doğa hata kabul etmiyor. Ve en önemlisi susuz hayat olmuyor.