Keşfedilmeyi Bekleyen Hazine: Kastamonu Kalesi

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Taşların Dili Kastamonu İli bölümünde bu hafta Kastamonu’nun tarihiyle özdeşleşmiş Kastamonu Kalesi’nden bahsedeceğiz.

Kale…

Bir şehrin önde gelen tarihi yadigarlarından birisidir…

Çünkü kale demek tarih demektir…

Tarihi mazi demektir…

Asırlar öncesine uzanan bir bellek demektir…

Kalen varsa tarihsin…

Tarihi şehirsin…

Kalen varsa önemlisin…

Bugün olmasa bile geçmişte…

Çünkü bir zamanlar insanlar seni koruyabilmek, elinde tutabilmek için nice çaba, gayret ve meşakkatle taştan bir dağ dikivermiştir en muhkem tepene…

Çünkü sen değerli bir şehirsindir!

Ya da muhit, coğrafya, geçit, konum…

Nesnenin mahiyeti öznenin önemi yanında teferruattır bu noktada…

Ve Kastamonu…

Ve Kastamonu Kalesi…

Doğal yapısıyla bile bir suru andıran 150 – 200 metre yükseklikteki kayaların üzerine kondurulan Kastamonu Kalesi…

Kimisi Moni’yi atar burçlarından metrelerce aşağı…

Kimisi Yunus Mürebbi’ye verir şanlı bayrağı…

Kimisi bir Bizans Prensesi ve Türk Komutanı’nın aşk anahtarı yapar kalenin fethini…

Kimisi ecdadın şanlı mücadelesinde Yunus Mürebbi’nin şahsiyetinde şaha kaldırır kahramanlık ve cesareti…

Her ne suretle olursa olsun, tarih kokar kale denildi mi…

Asırlar boyunca bir şahin bakışıyla seyreylediği Kastamonu’yu koruduğu günlerin geride kaldığını, artık kendisinin korunmaya, sahiplenmeye ihtiyacı olduğunu bilir kale…

Kale bilir de bunu; acep biz bilir miyiz?!

8 asır öncesinden bugünlere taşıyabildiğimiz küçücük bir iç kale mekanının kaldığı Kastamonu Kalesi’nin memleketimizin tarihi kimliği, mazisi ve hatta geleceği olduğunun idraki içinde bakabilir miyiz kalemize?

Mesela;

Dehlizini temizleyip ziyarete açarak Kastamonu turizmine patlama yaşatmak kimin aklına gelir?

İçkale mekanındaki yapı kalıntılarını 1840 yılına ait Alman bir seyyahın çizdiği krokiden yola çıkarak yeniden inşa etmeyi kim düşünür?

Ya da kaleyi ziyarete gelenlerin bir bardak su, ayran, çay yudumlayabileceği bir mekan hangi işletmeci ruhta can bulur?

Bilinmez…

Kale tarihtir…

Kale geçmişimizdir…

Kale gelecek nesillere aktaracağımız bir ecdad emanetidir…

KASTAMONU KALESİ

 

Kastamonu’ nun en önemli tarihi miraslarından birisi olan Kale, Kommenler Hanedanı zamanında 12. yüzyıl içerisinde Türklerin bölgeye yaptıkları akınlar neticesinde yapılmıştır. Kalenin alt yapısı Ortaçağ Son Dönem Bizans mimari özelliğini taşırken; günümüze kadar ulaşan kısmı Beylikler döneminde esaslı tamirattan geçirilmiştir. 112 metre yükseklikteki tabi tepenin üzerinde yer alan kale; güneyden kuzeye 155 metre, doğudan batıya 30 – 50 metre genişliğindedir.

Yapısı taş ve harçtır. Aralarda ahşap hatıllar da kullanılmış olup 15 büyük kule ve burç ile güvenlik sistemi desteklenmiştir.

Kastamonu’nun simge eserlerinden birisi olması ve en çok ziyaret edilen tarihi mekanlar arasında yer almasıyla önem arz eden eserin dehlizi ve kuzeybatı kısmındaki burcunda bulunan mezar hakkında halk arasında bir çok rivayet ve hikaye ağızdan ağıza dolaşmaktadır.

Dehlizin kaçış tüneli olduğu, altında bir ırmak geçtiği, Kale Kapısı mevkiinden ve daha bir kaç bölgeden çıkışının bulunduğu anlatılmaktadır. Şu anda ziyarete gelenlerin attıkları taşlar nedeniyle tıkanmış vaziyette olan dehlizin temizlenip ziyarete açılmasıyla hem kalenin hem de Kastamonu turizminin büyük bir hareketlilik kazanacağı kuvvetle muhtemeldir.

Kuzeybatı kısmındaki burçta yer alan ve başında her daim bayrak dalgalanan, bundan ötürü de Bayraklı Sultan diye anılan kabir ile ilgili de halk arasında anlatılan birkaç hikaye bulunmaktadır. Bunlardan birisi Moni adlı kale komutanın kızına atfedilen “Kastın Ne İdi Moni?” efsanesidir.

Türkiye Gazetesi Rehber Ansiklopedisi’nde de yer alan ve Yazar Erdal Arslan tarafından Kastamonu’nun fethini tarihi – tahlili roman tarzında ele alan ilk ve tek romanda aynı zamanda adı geçen yazarın “Kastamonu hikayeleri” adlı eserinde ve rahmetli Erdoğan Alp’in Bayraklı Sultan adlı hikaye çalışmasında da ifade ettiği diğer bir hikayenin özeti ise kısaca şöyledir:

YUNUS MÜREBBİ

 

Miryakefalon Zaferi’ nin ardından Anadolu içlerinde hızla yayılan Türkler Kastamonu önlerine de gelmişti. Selçuklu Devleti’ nin ( Anadolu Selçuklu Devleti ) üst yönetim kadrosunda mühim bir rol oynayan ve yüz bin çadırlık Türkmenler’ in lideri olan Hüsameddin Çoban Bey komutasındaki Türk ordusunun Kastamonu Kalesi’ ni ele geçirme ve bu diyarı Müslüman – Türk yurdu yapma mücadelesi sürüyor, ancak tüm akınlar neticesiz kalıyordu. Bulunduğu konum ve yapısı itibarıyla çok muhkem olan kaleyi değil ele geçirmek, surların altına gelebilmek bile neredeyse imkansızdı.

Tekbirlerin dağlarda yankılanacağı, sayısız kahramanın şehadet şerbetini içeceği günlerden birisi daha başlarken, Hüsamettin Çoban Bey’ in huzuruna daha bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir genç çıktı. Ve o günkü savaşta bayraktar olmak istediğini arz etti.

“Beyim!… Koçu Beyim!… Ata Beyim!… Huzura destursuz daldığım için bağışlayın beni! Cenk zamanı bayraktar ben olmak isterim. Ne olur bunu esirgemeyin benden” diyerek Hüsamettin Çoban Bey’ e yöneltti buğulu bakışlarını.

Hüsamettin Çoban Bey, baştan aşağı süzdü bu genci… Değil savaşta bayraktar olmak, cephe gerisinde bile olsa, savaşa bile gelmemiş olması lazımdı. Yine de kızmadı, kızamadı… Bu genç yaşta hem savaşa katılmak gibi bir cesaret, hem de bayraktar olmak gibi yüce bir ideale sahipti. Bu çocuğa kızılmaz, ancak alnından öpülürdü!… Fakat bu ordunun komutanı olarak, duygularla değil gerçeklerle bir olması gerekirdi. Kesin ve net oldu Hüsamettin Çoban’ ın cevabı;

“Hayır!… ”

Bu cevap, genç Yunus Mürebbi’ nin gözlerinde biriken selin yanaklarına taarruzu için yetmişti! Önce yanaklarına, ardından çiğ yemiş toprağa düşen gözyaşları içerisinde gece gördüğü rüyayı anlatmak zorunda kaldı.

“Ata Beyim!… Bu gece rüyamda sevgili ve şerefli Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’ i görmekle şereflendim! – Yarın bana kavuşacaksın Yunus! Fakat elinde bayrakla gel! – buyurdu…”

Artık Çoban Bey için söylenecek söz yoktu! Çünkü emir demiri keserdi! Ve emir çok büyük bir yerden gelmişti! Hazret-i Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’ in emrine kim “hayır” diyebilirdi ki? Yunus Mürebbi’ ye bayraktarlık vazifesini Fahr-i Kainat Efendimiz vermişti. Ve bu gün bu gencin şehadet şerbetini içeceğini de müjdelemişti…

O gün yapılan savaş boyunca Deli Sungur, Derviş Musa ve Kara Duran Beyler emirlerindeki askerlerle birlikte; sancağı taşıyan Yunus Mürebbi’ yi himaye ettiler… Bir ara, belindeki urganı surların tepesine ulaştırmaya muvaffak oldu Yunus Mürebbi… Ve sanki kuş olup kanatlanmışçasına, çok kısa bir süre içerisinde surların sağ burcuna ulaştı. Sancağı çok büyük bir heyecanla dikti burcun tepesine… Artık, Hz. Peygamber (S.A.V.)’ in verdiği vazifeyi tamamlamış sayılırdı. Şehadet anının yaklaştığını hissetti, bir eliyle sancağı tutarken, diğeriyle de hantal kale kapısının yağlı halatlarına hamle yaptı. Sırtındaki yanmayla sendeler gibi oldu. Ardından sol omzunda hissetti aynı acıyı. Ve bir sıcaklık sardı sırtını… Bizans okçularının yaylarından çıkan iki ok hedef edinmişti Yunus Mürebbi’ yi… Ve her ikisi de hedefi bulmuştu…

Bütün gücünü topladı Yunus Mürebbi…

Ya Allah!” nidasıyla ardı ardına üç kılıç darbesi indirdi yağlı halatlara… Günlerdir zaferin muştusunun duyulmasını engelleyen kapı nihayet açılmıştı! Bu arada, Yunus Mürebbi’nin üzerine oklar yağmaya devam ediyordu… Kılıcı bıraktı elinden ve sağ elini de sancağı tutan sol eline destek etti.

Burçlarda dalgalanan Selçuklu sancağını gören sipahilerin bilekleri daha da güçlenmiş, yürekler ayrı bir coşmuştu! Bizans askerlerinin bundan sonraki bütün çabaları, sadece kendi canlarını kurtarmak içindi… Kalenin sağ burcundaki sancağın nazlı nazlı dalgalanmasıyla coşan Selçuklu sipahilerinin durdurulması artık imkansızdı! Yunus Mürebbi’ nin açtığı kapıdan bir sel gibi aktı kalenin içine sipahiler. Havaya kalkan her kılıç, yere doğru süzülürken bir Bizans askerini de ölümün soğuk kucağına itiyor; gerilen yaylardan fırlayan oklar adrese teslim oluyordu.

Kale kapısı civarındaki zaferin kılıç sesleri yankılanırken; sağ burçta bir abide duruyordu!

Nihayet, kutlu bir Cuma gününde zafer nasip olmuştu.

Önce iki rekat şükür namazı kıldı Hüsameddin Çoban Bey… Sonra savaş alanındaki şehitlerin arasına daldı…

Kara Duran, Derviş Musa ve Deli Sungur kalenin sağ burcundaydı. Hüsameddin Çoban Bey anladı Yunus Mürebbi’ nin sağ burçta olduğunu… Hemen oraya yöneldi… Yunus Mürebbi, vücudunu delik deşik eden onlarca oka rağmen dizlerinin üzerindeydi… Yıkılmamıştı… İki eli de sancağa sıkı sıkıya sarılıydı! Ve sancak dimdik duruyor, gururla dalgalanıyordu… Değil birkaç düşman oku, ölüm bile sancağı bıraktıramamıştı Yunus Mürebbi’ ye!..
Yunus Mürebbi şehitlik makamına ve insanlığın kurtarıcısı, alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)’ ya kavuşmuştu…

Hem de elinde bayrakla!..

Hazırlayan:Erdal ARSLAN

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

İstamonu ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!