Kastamonu son günlerde sadece doğasıyla, tarihiyle ya da kültürel zenginliğiyle değil; bir pastırma tartışmasıyla gündemde. Ancak mesele, ne kadar yüzeyde görünürse görünsün, aslında bir gıda rekabetinden ibaret değil. Bu tartışmanın ardında; yerel kimliğin, sivil cesaretin ve kurumsal omurganın sınandığı bir tablo var.
Geçtiğimiz günlerde MÜSİAD Kastamonu Şube Başkanı Sadık Kışlı, Kastamonu pastırmasının Kayseri pastırmasına göre daha doğal ortamlarda beslenmiş hayvanlardan ve daha el emeğine dayalı yöntemlerle üretildiğini dile getirerek, “Kayseri artık bunu kabul etsin” dedi. Kışlı’nın bu çıkışı, sadece bir gastronomi iddiası değil; yerel bir markanın özgünlüğüne sahip çıkma refleksiydi.
Ne var ki, ardından yaşananlar düşündürücü. Kayseri’de gerçekleştirilen 110. MÜSİAD Genel İdare Kurulu Toplantısı sırasında, Kastamonu pastırmasının salonda dağıtılmamasına tepki gösterdiği iddia edilen Sadık Kışlı’nın, kısa süre sonra “istifa ettirildiği” söylentileri ayyuka çıktı. Oysa böylesi bir durum, sadece bir kişinin görev değişimi olarak geçiştirilemez; bu, bir ilin sesi kısılıyorsa, hepimizin suskunluğu demektir.
Kastamonu adına hizmet eden yüzlerce sivil toplum kuruluşu var. Peki, hepsinin ortak amacı nedir? Kastamonu’nun değerlerini, insanını, üreticisini ve emeğini savunmak değil midir?
O halde neden sessiziz?
Bir ilin şube başkanı, yalnızca “kendi ürününe sahip çıktı” diye hedef alınabiliyorsa; bu sadece Sadık Kışlı’nın değil, Kastamonu’nun itibarı meselesidir. Sessizlik, onay anlamına gelir. Hele ki bu sessizlik, bir kentin değerleri söz konusu olduğunda derinleşiyorsa, orada vicdani bir sorgulama başlar.
Bugün mesele bir pastırma tartışması gibi görünebilir. Ancak aslında bu, “yerel duruş”un sınavıdır. Eğer Kastamonu’nun STK’ları, iş dünyası ve temsilcileri bu konuda sessiz kalırsa; yarın Kastamonu’nun başka bir değeri de aynı sessizlik içinde yok olup gider.
Unutulmamalıdır: Bir ilin gücü sadece sermayesinden değil, kendi insanına sahip çıkan vicdanından gelir.
Kastamonu’nun pastırması belki fabrikasyon değildir, ama sessizliğimiz tehlikeli biçimde sistematik hale geliyor.
Belki de sormamız gereken asıl soru şu: Biz kendi değerlerimizin arkasında duramazken, kim bizden saygı bekler?