Ortadoğu’da gerçek anlamda bir barış yaşandı mı? Yoksa biz hep savaşın yalnızca sessiz dönemlerine mi şahit olduk?
İran ile İsrail arasında tırmanan gerilim, günümüzün sıcak çatışma başlıklarından biri gibi görünse de, aslında bu, onlarca yıldır sahnelenen bir oyunun yeni perdesi. Oyuncular tanıdık, senaryo ise giderek daha karmaşık ama bir o kadar da bayat: Güvenlik bahanesiyle genişleyen İsrail operasyonları ve “direniş” adı altında bölgede vekalet savaşları yürüten İran.
Bu savaş, iki farklı devletin değil, iki benzer politikanın çatışmasıdır. Biri tehdit algısı üzerinden iç politikadaki zayıflıklarını örterken; diğeri bölgedeki etkisini, halkların değil silahların diliyle büyütmeye çalışıyor. Her füze saldırısı, diplomatik masaya indirilen yeni bir yumruk değil, kendi iç krizlerini dışarıya fatura eden yönetimlerin çaresizliğidir.
İsrail, kendi güvenliğini korumak için tüm bölgeyi tehlikeye atmayı meşru sayıyor. İran ise ideolojik yayılmacılığına “anti-emperyalist direniş” süsü veriyor. Oysa her iki ülkenin politikaları da bölge halklarına yıkım, acı ve gelecek kaybından başka bir şey sunmuyor. Gerçekte bu savaş, İran halkının değil; mollaların savaşıdır. İsrail halkının değil; aşırı sağcı siyasetin savaşıdır.
Ancak burada asıl sorulması gereken soru şu: Bu savaş kimin savaşı? Ve daha önemlisi, bu savaşta Türkiye nerede durmalı?
Ve belki de bu sorulardan önce, şu soruyu sormalıyız:
ABD bu savaşın neresinde?
ABD bu çatışmada tarafsız bir gözlemci değil; doğrudan müdahil bir aktör. İsrail’in en büyük silah tedarikçisi, diplomatik koruyucusu ve stratejik ortağı olarak Washington yönetimi, bu gerilimin perde arkasındaki en görünür gölgedir. İsrail’in birçok saldırısı doğrudan ABD tarafından yönlendirilmese de, veto kararları, ekonomik destekler ve uluslararası meşruiyet sağlama çabalarıyla fiilen desteklenmektedir. Bu durum, İsrail’in “dokunulmazlık algısını” beslerken bölgedeki hukuksuzluğu da sıradanlaştırıyor.
Trump’un İran yönetimine karşı “ABD dünyanın en güçlü ve en öldürücü silahlarını yapar. İsrail’in elinde bu silahlardan çok var, daha fazlası da yolda” demesi zaten her şeyi açıklıyor.
İran cephesinde ise ABD, yıllardır uyguladığı ambargolar ve politik baskılarla bu rejimi yalnızlaştırmaya çalışıyor. Ancak bu politikalar halkı değil, rejimi daha radikalleştiriyor. Irak işgaliyle bölgedeki dengeleri bozan, Suriye’de güç boşluğu yaratarak İran’ın nüfuzunu artırmasına zemin hazırlayan yine Amerika’nın ta kendisi.
Kısacası ABD, Ortadoğu’da barış istemiyor. Kontrol edilebilir bir kaos onun için daha değerli. Çünkü bu kaos:
- Silah sanayisini büyütüyor,
- Enerji yollarının denetimini sağlıyor,
- Çin ve Rusya gibi rakiplerin bölgedeki etkinliğini sınırlıyor.
Dolayısıyla bu savaşın sadece Tahran’la Tel Aviv arasında değil; aynı zamanda Washington’un jeopolitik menfaatleriyle bölge halklarının hayatta kalma mücadelesi arasında yaşandığı unutulmamalı.
Şimdi Türkiye’ye dönelim.
Türkiye’nin pozisyonu, salt bir taraf seçmekten ibaret değil. İsrail’le diplomatik ilişkileri olan ama Filistin meselesinde tavrını net koyan; İran’la tarihi, mezhebi ve bölgesel rekabet yaşayan ama aynı zamanda ticaretini sürdüren bir ülke Türkiye. Bu nedenle Türkiye’nin rolü, “dengeleyici” değil, ilkesel bir barış aktörü olmaktır.
Bu savaşın kazananı yok. Ama kaybedeni çok:
Gazze’de enkaz altında kalan çocuklar, Suriye’de geleceksiz büyüyen gençler, Lübnan’da patlayan ekonomi, İran’da özgürlüğü arayan kadınlar, İsrail’de barış isteyen muhalifler… Ve Ortadoğu halkları… Her zaman olduğu gibi bedeli onlar ödüyor.
İsrail de İran da unutmamalı: Kudüs’ün taşları kadar Tahran’ın yolları da kanla değil, akılla örülmeli.