“Allah’ın şehitleri olduğu gibi şairleri de vardır.”
Süleyman Nazif’ e ait bu sözler.
27 Aralık Mehmet Akif Ersoy’un 76. Vefat yıldönümüydü. Onu tanımak bir nesli değil, bir devri tanımak ve anlamaktan öte, nüvesini insana bağlamış, kuvvetini Kur’an’dan almış bir yüreğin, atalete ve sefalete düşmesinden tir tir titrediği milletine de bir dönüştür.
Bu anlamda toplu şiirlerinin olduğu Safahat, köşe yazıları, fikir eserlerinin olduğu tüm satırlar okunmalı… Akif okunmaya başlanacaksa önce hayatını sonra sanatını ve hayallerini okumak gerekir.
Ailesinde her ferdin öncelikle babasının ilk gayesi; iman yürekli evlat yetiştirmekti.
Babası (Temiz) Tahir Efendi. Fatih müderrislerinden. Erkenden kalkar, bizi yıkar, saleplerimizi pişirip içirir, kız kardeşimin saçlarını elleriyle tarar ve bizi mektebe gönderirdi. Bizi bir defa bile dövmedi; dayağın terbiye yöntemi olmadığına inanırdı. Zaten biz onun bakışıyla hizaya gelirdik.
Ne biliyorsam ondan öğrendim. Hem babam hem hocamdı. Bizi camiye götürür, hasırların üzerinde koşturur, kandillerin altında oynardık.
Annesinin ise incelik, nezaket-takdir duygusuyla örülü bir sanatkâr yetiştirmekti.
Annemin ismi Hacce Emine Şerife Hanım. Muhterem bir hanımdı ve şiiri pek severdi. Hatta benim şiir yazdığımı başkasından duydu ve bana sordu: sen şairmişsin öyle mi?
Ben utandım, diyemedim, şairim diye. İnanma anne dedim diye ilave ediyor.
Annesi oğlunu iyi tanır ve mahcup bir kişiliği olduğunu bilir, ısrar eder.
Yazdığım şiir kahve şiiriydi, okudum, annemin yüzüne baktım, beğenip beğenmediğinden emin değildim ve ona: laf işte bunlar, dedim.
O bana gözlüğünün üzerinden şefkatle bakarak şöyle dedi:
“Hayır Akif, laf değil. İncesini ipe kalınını sapa dizmişsin.
O günden sonra cümlelerimi daha çok düşünerek yazdım. Sanki annem okuyormuş gibi. Çünkü o her şeyi beğenmezdi, beğendiğini de çok beğenirdi.
Yaşadığı ev ilim, ibadet ve nezaket merkezli bir ev.
Annesi sabah namazını kazaya bırakmamış bir hanım. Babası zaten müderris.
Akif önce mahalle mektebine gönderilir(2 sene) sonra rüştiyeye verilir(ortaokul) daha sonra mülkiyeye gider(5 yıllık) 3 yılık idadi kısmını bitirince Akif’in babası vefat eder. Evleri yanar. Sonra da Baytar mektebine girer.
İşte şiire ilgisinin arttığı yıllardır bu yıllar. Aynı zamanda derslerinde de çok başarılır. Birincilikle bitirir.
Hayatının en güzel arkadaşlıklarını ve kadim dostluklarını da burada kurar Akif.
Sanata, edebiyata, bilime saygısı gelişir, dallanır ve budaklanır.
Bunlardan biri sosyal hayatında tanıyacağı ve fıtri farklılıklarına rağmen ömrünün sonuna kadar dost olacağı Neyzen Tevfik’tir. Neyzen Tevfik malum işi gücü olmayan hayatını sadece ney üfleyerek geçiren biri. Ama işinin de ehli. Akif neyzeni pek severmiş. Gördüğü yerde ney üfletir ve iltifatlar edermiş.
Bir gün Akif Neyzen’in ney üflemesinden o kadar etkilenmiş ki öğrenmek istemiş. Neyzen de şiir yazmayı istiyormuş. Akif Neyzene şiir yazmayı, Neyzen de Akife ney üflemeyi öğretiyormuş.
Epeyce uğraşmışlar ama ne Akif neyi öğrenebilmiş ne de Neyzen şiiri, en sonunda ikisi de kendi yaptıklarını yapmaya devam etmişler.
DOST CANLISI MEHMET AKİF
Sadece Neyzen değildir dostu, Abdülhak Hamit, Hasan Basri Çantay, Namık Kemal, Süleyman Nazif…
Hepsinin ortak bir bildiği vardır Akif’le ilgili:
Yalanı sevmez, yalakalıktan nefret eder, taassuba karşıdır ve gücünü imanından alır ve ilim herkesin ortak malıdır, kullanılmalıdır. Bu konuda tembelliği asla kabul etmez…
Kendini anlatmayı sevmez. Kendini övmekten korktuğu için konuşmaz. Konuşunca da boş konuşmayı da sevmez.
Onu en iyi arkadaşı Mithat Cemal Kuntay anlatır:
Bir adam düşünün ki vatanının, milletinin azizliğini düşünmeden tek bir gece geçirmesin.
Bir adam düşünün ki dinini ve dilini anlatmak ve yaşamak en büyük derdi olsun.
Bir adam düşünün ki bu memleketi arkadan vuran, rüşvet yiyen, çalışmayan ve hazır yiyenler; parası olduğu halde çocuklarını yatılı mektepte parasız okutanlar, yalan söyleyen asalaklar onun düşmanı olsun.
Memleketi için çalışanlar, rüşvet almayan, doğru sözlü ve sanatkar olan, dini dünya menfaatine kullanmayanlar, Müslüman gibi yaşayıp Avrupalı gibi çağdaş olanlar onun dostu olabilirdi.
sözünde duran adamları severdi. Çünkü kendisi de öyleydi.
Mithat Cemal anlatır:
Meşrutiyetin ilk yılları. Günlerden Cuma. Dışarıda adam boyu kar var. O gün, ne tramvay ne araba, ne şimendifer, ne vapur çalışıyor. Çapa’daki bizim eve ne sütçü gelmiş, ne de ekmekçi. Öğle yemeğinden sonra kapı çalındı. Biz ekmekçi geldi zannettik. Baktık ki Akif gelmiş ve şaşırdım. Bu havada nasıl geldiğini merak ettim. Beylerbeyi’nden Beşiktaş’a nasılsa bir vapur işlemişti, bu kadar dedi. Bu kadar mı? Dedim; “evet” dedi. Beylerbeyi’nden Beşiktaş’a geçmiş ve tabi oradan da Çapa’ya kadar yaya yürümüş. Nasıl yaparsın bunu dediğimde; “Nasıl yapmam, söz vermiştim, geleceğim demiştim. Gelmeme, sözümü çiğnememe, ancak ecelim mani olabilirdi.” Diyor Akif. İşte ahde vefa, işte söz, işte sözünde durmak ve işte bir insan örneği.
Yine bir gün özel ders verdiği öğrencisinin konağına tam ders saatinde gider. Evin hizmetçisi öğrencinin gecikeceğini söyler. Saatler geçmesine rağmen gelen giden yoktur. Akif öfkelenir ve sessizce gider. Öğrencisi hatasını anlar, özür diler ama Akif kırılmıştır bir kere. Bir daha o semtten bile geçmez.
Vefalı olanları severdi. Kendisi de öyleydi çünkü.
Vefa duygusu O’nun hiç terk edemediği en sadık değişmez dostuydu. Arkadaşları, hayatı boyunca O’nun bir defa olsun yalan söylediğini duymadılar. Verdiği sözden döndüğüne şahit olmadılar Yine yakın dostu Mithat Cemal Kuntay anlatıyor;
Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Bir cuma günü kirada oturduğu evine gittim. Evinde beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı.
– Akif bunlar kim? Dedim.
– Çocuklarım! Dedi. Sonra anlattı;
Akif, Baytar Mektebinde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın demişler. Arkadaşı önce vefat etmiş. Mehmet Akif’te, verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş ve vefat eden arkadaşının çocuklarına bakmış.
Mithat Cemal devam ediyor;
– Hal bu ki o zamanlar, Akif Bey’in beş parası yoktu, fakat beş çocuğu vardı.
Akif, işte böylesine vefalı biri. Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen, Akif’in vefasını şöyle anlatıyor;
Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı Aramızda geçen bir olayı anlatayım. Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün, öğle yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, bir hava vardı ki, her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle Akif’in karadan gelemeyeceğini düşündüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, benim komşuma gittiğim arada, Mehmet Akif Bey, sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni evde bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. Selam söyleyin demiş ve o yağmurlu havada geriye dönüp gitmiş. Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim. Bana;
– Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir dedi ve benimle altı ay dargın kaldı. Akif yalnızca şiir, sanat demek değil; Akif demek model insan demektir.
Ümitsizliği ve ümitsizliğe düşenleri sevmezdi.
Milli Mücadeleye inanıyordu. Tüm kalbiyle. Zafer kazanıldığında arkadaşının boynuna sarıldı ve ağlamaya başladı.
Arkadaşı Eşref Edip Bey anlatıyor:
Mehmet Akif zafer coşkusunun sabahında istasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İşte Çanakkale şiiri böyle bir ortamda yazdı. Şiir bittikten sonra görevini tamamlamış insanların gönül rahatlığıyla yüzüme baktı ve:
“Artık ölebilirim Eşref” dedi.
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer,
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi.
Derken kazanılan zaferin askerlerinin Peygamber ordusundaki asker gibi olduğunu belirtecektir.
Gücünü Peygamber sevgisinden aldığını anlatacaktır.
Bu coşkulu anlatımı sadece Mehmet Akif’in yapabileceğini bilen arkadaşları İstiklal Marşı içinde yine Akif’i önerirler. İlk başta kabul etmez. Mahçubiyetinden elbette. Çünkü para ödülü vardır. Bakanlar kurulu kararı olduğu için değiştirilemez de.
Akif’i güçlükle ikna ederler.
En güzel şiir onundur. Hamdullar Suphi şiiri mecliste okuduğunda Akif “hayatımda hiç bu kadar utanmadım” diyecektir.
Para ödülünü alır ama kadınları ve el sanatlarını geliştirme derneğine bağışladığında üzerinde giyecek paltosu bile yoktur.
Haksızlığa tahammülü yoktu
Balkan Savaşının başladığı günler tek geçim kaynağı olan işinden istifa etti. Nedeni:
Veteriner İşleri Müdürünün bir haksız kararla işine son verilmesiydi. Akif: “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diyerek 20 yıllık meslek hayatına son verdi.
Akif’i en çok üzen hadiselerden biri de vatanından ayrı kalmak zorunda olmasıydı.
Mısır’a gitmek zorunda kaldı. Yıl 1923. Takrir-i Sükun kanunu çıkarıldı. Yani Akif’e sus! Diyorlardı. Ondan gazetede yazdığı yazıların dini içerikli olmasını istemiyorlardı. Ve gitmek zorunda bırakıldı.
Giderken yine şiirle veda etti milletine:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
“Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.” Dediğinde gizli polis tarafından adım adım takip ediliyordu.
Milletin evlatlarına doğru yoldan ayrılmamalarını, geçmişlerini unutmamaları gerektiğine dair mesajlar vermeye devam ediyordu:
Nevruz’a şiirinde:
İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işte gerek.
Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme;
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek.
Kendisine gitmemesini söylediklerinde Eşref Edip’e:
“Eşrefciğim, İstiklal Marşı şairinin, İstiklal Mahkemesinde yargılanmasının utancını miletime yaşatmamak için kendimi gönüllü sürgün ediyorum, diyecektir.
YALNIZLIĞI
Şiiri onun en büyük sesidir aynı zamanda.
Anlaşılmadığı, kırgın olduğu zamanlarda yalnızca ona döner ve yüreğini akıtır mısralara. Kendini şiirleriyle anlatır ve der ki:
“Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem,
“Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım…”
Ve devam eder:
İstiklal Marşı şairinin bile unutulma endişesi vardır. Düşünebiliyor musunuz?
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da er geç silecektir.
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nereden bilecektir?
Ölümü
Tarihler 27 Aralık 1936 yı gösterdiğinde 63 yaşındaydı. Tabutu tek atlı bir arabayla Beyazıt Camisine getirildi. Tabuttaki Akif’in resmini gören bir tıbbiye öğrencisi bu ölümsüz ölümü üniversiteye haber verdi. Devrin hükümeti öğrencilerin cenazeye katılmasını yasakladı. Buna rağmen bir yerlerden Türk Bayrağı bulan öğrenciler Beyazıt Camisini doldurdular ve İstikla Marşının” Kim bu cennet vatanının uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda. Dizeleri ve gözyaşları arasında ebedi yolculuğuna uğurlandı.
Bu vatanın evlatları onun vefasına vefa göstermişlerdi böylece.
Edirnekapı Mezarlığında ziyaretçilerini beklemektedir.
Geriye hayatının özetinin anlatıldığı Safahatinde:
Yoktur elemimden şu ağır kubbede bir iz;
İnler Safahatımdaki hüsran bile sessiz, demiştir.
Diyecektir. Üzüntülerinin, hayallerinin, ideallerinin, kişiliğinin, gençliğinin, ihtiyarlığının. Her bir şiirinin ayrı bir hikayesi vardır.
Yani Safahatı okuyan Akif’i okur. Onu okuyan onu daha çok anlar ve sever.
Üstat Mehmet Akif aydınlık bir dünyanın habercisi, her yönüyle çok önemli ve özel bir kişidir. Özellikle “Asım” modeliyle yeni kuşaklar için bir yön verici, bir istikamet belirleyici şahsiyettir. Bu sebeple onu anlamak, çaba isteyen, gayret isteyen çok anlamlı bir eylemdir. Şayet Üstat Akif hakkıyla anlaşılabilirse, millî kültür ve medeniyetimizi inşa etme yolunda mesafe alınabilir. Bunun için Mehmet Akif’in bütün yönleriyle anlaşılması bir zarurettir. Bunun yolu da Üstat Akif’in hayatının ve eserlerinin iyi bir şekilde incelenip, analiz edilmesinden geçmektedir.
Bu anlamda özelikle gençlerin Mehmet Akif’i okuması, anlaması demek bu milletin Ona vefasının bir nişanesi olacaktır.
Gençler için hazırladığımız ve Nesil Yayınları’ndan çıkan “Mehmet Akif ve Ben” kitabımızı öneriyorum.
Selam ile…