Osmanlının Gayrımüslim komprador burjuvazisi çöküş döneminin içerdeki payandasıydı. Gayrımilli sermayenin ekonomik hakimiyetinde devletin milliliği olanaksızdı. Bu nedenle Cumhuriyetin kurucu kadroları sermayenin millileşmesini devletin bekası için elzem gördüler. Devletçi ekonomi, sermaye birikiminin olmadığı kuruluş döneminin zorunlu tercihiydi. Askeri ve siyasi zaferlerin ardından ekonomik kurtuluş da milli kaynaklara dayalı olarak gerçekleştirilecekti. Bu süreç bazı iktisat tarihçilerince “Ekonominin Türkleştirilmesi” olarak tanımlanmaktadır.
Milli devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin milli ekonomisinin inşası olarak tanımlanabilecek bir süreçten bahsetmekteyiz. Sivil ve askeri bürokrasinin, yargının, eğitimin, kısacası devletin ana yazılımının milliliğinin doğal sonucu ekonominin milli olmasıdır. Bu dönemde uygulanan koruyucu önlemlerle yerli sermayenin büyümesi, yatırıma yönelmesi teşvik edilmektedir. Devletin sınırlı olanakları milli burjuvazi yaratma uğruna cömertçe kullanılmaktadır.
Dış ekonomik etkilere kapalı, korumacı önlemlerin rahatça uygulanabildiği süreçte ekonomi devletin denetimindedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasında, batının nüfuz alanında kalan Türkiye bu siyasal ve ekonomik yapıyı sürdürmekte zorlanacaktır. Türkiye, siyasal ve ekonomik olarak değişikliklere ve dönüşümlere uğrayacaktır.
Varlığını Cumhuriyet’in ekonomi politikalarına borçlu yerli sermaye, büyüyüp tekelleştikçe, dışarıyla ilişkileri geliştirdikçe nitelik değiştirecektir. Uluslar arası sermayenin yörüngesine girdikten sonra milli niteliğinden arınarak Ankara’yla mesafe açılacaktır.Türk sermayesi olmaktan çıkıp Türkiyeli sermayeye dönüşme sürecinde Türkiye’nin öncelikleri ile örtüşen öncelikleri buharlaşacaktır!
1971 yılında kurulan Türk Sanayici ve İşadamları Derneği, TÜSİAD’ın 42 yıllık kısa hikayesi yukarıda anlatılanların tekrarı gibidir. 2013 başı itibariyle 600 TÜSİAD üyesinin temsil ettiği şirket sayısının 3500, ihracat ve ithalat toplamının 320 Milyar Dolar, istihdamın 7.5 milyona ulaştığını belirttikten sonra sözü konuya getirelim. Türkiye’nin milli sermaye, milli burjuvazi özleminin ürünü olan TÜSİAD’ın 17 Ocak’ta yapılan genel kuruluna biraz yakından göz atalım.
Genel kurulda ekonomik konulardan çok etnopolitik konular gündeme geldi. TÜSİAD genel kurulunda veda konuşması yapan sabık başkan Ümit Boyner’in terör örgütü lideriyle yapılan görüşmeleri kast ederek; “30 yıllık kabus bitsin, barışı hak ediyoruz”,çiçeği burnunda yeni başkan Muharrem Yılmaz’ın; “Kamuoyu da biz de çabaların arkasındayız”, Mustafa Koç’un; “Paris, barış sürecini sekteye uğratmasın” mesajları, ekonomi politikten etno politiğe sıçrayışın özeti olarak değerlendirilmelidir.
TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Erkut Yücaoğlu’nun, son dönemin en önemli gelişmenin Kürt sorununun çözümü için başlayan süreç olduğunu belirtirken; “Süreç çok etaplı ve karmaşık olacak ama çözümün netleşmesi için gereken yol haritasını bekliyoruz. Süreci umutla takip ediyoruz” şeklindeki yaklaşımı harita söylemiyle ülkenin başına örülen çorap hakkında yeterince aydınlatıcıdır.
Boyner’in ; “Kürt meselesinde esen barış rüzgarları, Paris’te işlenen cinayetlerin söndüremeyeceği bir umut ışığının yanmasına yol açıyor. Bizler ve çocuklarımız barışı hak ediyoruz.Terörün sona erdirilmesi kadar Kürt sorununun çözümüne de odaklanacağımızı ümit ediyorum” sözleri, Türkiye’nin etnik parselasyonuna Türkiyeli sermayenin destek mesajı olarak okunmalıdır.
Muharrem Yılmaz’ın, yeni Anayasa’nın kronik sorunların çözümü için önemli bir adım olacağını belirttikten sonra ;”Bu bağlamda, gerek terörün bitirilmesi, gerekse Kürt meselesinin çözüme ulaştırılması yolundaki tüm çabalara destek veriyoruz” mesajı ise, TÜSİAD’ın yeni başkanının da aynı yol haritasını izleyeceğini göstermektedir.
Koç Holding Başkanı Mustafa Koç’un beyanı terör örgütünün başıyla sürdürülen müzakereye desteğin bireysel değil kurumsal olduğunun en önemli kanıtı olarak değerlendirilmelidir: “Bu barış sürecinin sekteye uğramamasını diliyorum. Kürt sorunu çok önemli.İnşallah bu görüşmeler bir şekilde devam eder.Çünkü silahla çözülemeyeceği görüldü.Oturup bunun müzakere şeklinde çözülmesi lazım.”
Cumhuriyet’in bin bir özenle, arkalamayla besleyip büyüttüğü tekelci sermaye, uluslar arası sermayeye eklemlendikçe ebeveynlerini katleden hayırsız evlatlara dönüşmektedir. Kendilerini bu ülkenin tarihinden, ortak mazisinden soyutladıkça, milletin değerleriyle kendi öncelikleri arasındaki paydaları birer birer yok ederek vatansızlaşmaktadır.
TÜSİAD’ın İstanbul ağırlıklı geleneksel yönetim kompozisyonunun, Esin Güral Argat, Memduh Boydak,Tarkan Kadooğlu gibi siyasi iktidara yakın isimlerle takviyesi Türkiye’de değişen ekonomik ve siyasal güç merkezlerini de yansıtmaktadır. TÜSİAD’ı İstanbul Dükalığı olarak eleştiren yeşil sermayenin büyükleri ile sağlanan ittifak Yeni Türkiye’nin altı dokuzluk fotoğrafını yansıtmaktadır.
TÜSİAD’ın yeni kompozisyonuna eklenen etnik motifle yeni Türkiye mozaiğinin tamamlandığı anlaşılmaktadır. Kadoil Şirketinin sahibi Tarkan Kadooğlu’nun; “Ben Şırnak’lıyım.TÜSİAD yönetimine giren ilk işadamıyım.Türkiye’nin en önemli sivil toplum kuruluşlarından biri olan TÜSİAD yönetimine girdiğim haberi bölgede çok büyük bir sevinç yarattı.Herkesin bildiği gibi ülkemizin en büyük sorunlarının başında Kürt sorunu geliyor.Her iki tarafın pozitif barışa yönelik adımlar attığını görüyoruz.Biz bu hayalimizden hiçbir şekilde geri adım atmayacağız” sözleri TÜSİAD’ın etnoekonomik yeni yol haritasının koordinatlarını göstermektedir.
Sözün kısası TÜSİAD’ın yeni kompozisyonu kuşkusuz ekonomi politikten etnoekonomi politiğe geçişin miladı olarak tarihteki ibretlik yerini alacaktır!