Tutturmuşuz bir “hukuk devleti” söylemi, gidiyoruz. Doğrusu, bunu söyleyenlerden siyasal egemen olanlar bu söylemin arkasına gizlenme şanslarının oldukça yüksek olduğudur… Hele hele de “hukuk” diye tanımladıkları yazılı belgeler, yurttaş karşısında devleti öne çıkarıyorsa, yönetenler için bundan daha bal kaymak bir hukuk olamaz.
Hukuk, “hak” sözcüğünün çoğuludur. Burada anlatılan hukuk, hakların paylaşımının güvence altına alınmış olmasıdır. Bu paylaşımı yaparken bir adaletin olması da gerekli değildir. Birileri kural koyma gücünü öyle ya da böyle ele almışlarsa, hakları dağıtırken bir sana üç bana, iki sana beş bana demekte bir sakınca görmezler. Tarihte tüm toplu yaşayışların bir hukuku olmuştur. Haklar belirli güçler tarafından tanımlanmış ve dağıtılmıştır. Bir sana üç bana, iki sana beş bana…
Hammurabi yasalarının işlediği Babil Devleti’nde hukuk yoktu, denilebilir mi? Ya da dünyanın en büyük köleci devleti olan Roma İmparatorluğu’nda hukuk yoktu denilebilir mi? Hitler’in Almanya’sında, Mussoli’ninin İtalya’sında, Kaddafi’nin Libya’sında, Pinoşe’nin Şili’sinde, Stalin’in Rusya’sında hukuk yok muydu? O devletler hukuk devleti değil miydi?
İçinde adalet barındırmayan hukuk devletinin egemenleri şöyle diyorlar aslında : “Hakları belirledim ve dağıttım, en çoğu bana düştü, sana da buna itaat etmek düşer.”
Sorun da tam burada bel veriyor işte. Hukuk, adaletle beslendiği ve desteklendiği ölçüde çağdaş anlamda insana yaraşır bir hukuk olabilir. Yoksa yazılmış her kuralı, öyle ya da böyle yurttaşlara dayatılarak onaylatılmış anayasaları demokrasi adı altında kutsallaştırarak insandan adaleti uzaklaştırmak, demokrasiden başka her isimle adlandırılabilir.
İlkel topluluklarda av sonrası insanlar bir dairesel çizgide otururlardı. Örneğin bir butu eline alan bir görevli sırayla herkese ısırttırırdı. Adil olmaya çalışıyordu tabi ki. Çünkü mide ile ağızın doğru orantıda olduğunu düşünüyorlar ve herkes ağzının büyüklüğü oranında et yiyordu. Biz, şimdi bu kadar bile ilkel(!) olabiliyor muyuz hakları dağıtırken?
Adalet, aynı zamanda dürüstlüğü gerektirir. Ya da şöyle söyleyelim: Adaletin olmadığı yerde dürüstlük aramak boşa kürek sallamaktır. Kim olursa olsun, eğer adil ise, adalet ve erdem gibi gerçekten insana özgü yüksek değerlere sahip ise övüldüğü kadar eleştiriyi de benimseyebilmelidir. Sırtını yalnızca övgülere dayamış bir insan adil olamayacağı gibi kesinlikle dürüste olamaz. Kimse de beklemesin…
Özellikle yasaları ellerinde tutanların yansızlık gibi yüce bir sorumlulukları vardır. Kendisinin hoşuna gitmeyen gerçekleri de kabullenmek, gereğini yerine getirmekle yükümlü sayabilmelidir. Gerçeği kendisine yol olarak edinmiş bir kişi çevresindeki “evet efendim”cilerden uzak durmayı becerebilmelidir.
İnsanın en temel özelliği olan düşüncenin açıkça ve korkmadan açıklamasına saygı duymayı erdemden sayabilmelidir.
Adalet ve dürüstlük yalanla yan yana olamaz, iftira ile de…
Mustafa Kemal’in bir sözüyle nokta koymak istiyorum : “Bir kişinin devlet adamı olabilmesi için her şeyden önce yöneteceği toplumla dost olması gerekir.”