Osmanlıca mı, Osmanlı Türkçesi mi yoksa Eski Türkçe mi? Bu soruların cevabını bulmak için yazıyı okuyup biraz yorumlamanız gerekecek.
Allah rahmet eylesin neneme, okumaz-yazmazdı. Kendisi hep aynı şeyi söylerdi; “Oğlum ben bu yeni yazıyı bilmiyorum. Eski yazı olsaydı okurdum.” Aslında nenem tartıştığımız meseleyi kökten çözmüş biriydi. Biz nenemle aynı dili konuşuyor ancak farklı yazıyorduk. Dilimiz değişmemiş, yazımız değişmişti.
Türkçenin geçmişini şöyle tarih yapraklarını geriye alarak incelersek siyasi-politik tartışmaların ötesinde nasıl bir gelişim izlediğini görebiliriz. Tabi bu işi yaparken sadece kendi tarihimizi değil bize komşu olan milletlerin dillerini de incelememiz gerekir.
Beylikler dönemi dediğimiz dönemle birlikte halkın konuştuğu dille yazdığı dilin aynı olduğunu görmek mümkündür. Ancak beyliklerin devlet olması ile birlikte edebiyatçılar o dönemde edebiyatta çok önemli eserler veren Farsçadan etkilenmişlerdir. Farsçada olan kelimeler bizim dilimize geçmeye başlamıştır. Önceleri hem Türkçe hem Farsça kelimeler aynı yazı ürünlerinde kullanılmış. Örnek mi? Çalap-Tanrı-Allah, uçmak-cennet, tamu-cehennem, sevi-aşk, yazuk-günah, süci-şarap, esrük-sarhoş, sayru-hasta, kul-bende gibi.
Farsçadaki dil musikisine erişemeyen edebiyatçılarımız tabi ki suçlu olarak kendilerinden ziyade Türkçeyi suçlamışlardır. Bunun da en büyük örneği Hoca Mesud’dur. Yazdığı eserlerde Türkçe kullanmaya çalışan yazar, bu ahengi vermekte zorlanmıştır. Farsça olan eserler olan Gülistan, Selatinname ve Vikaye Tercümesi’ni yapan yazarlar adeta o zaman bunları Türkçe tercüme ettikleri için özür dileme safhasına gelmişlerdir. Aşıkpaşa ve Gülşehri olmasa herhalde Türkçe eser vermekten kaçınılacak noktaya gelinmiştir.
Osmanlı ile birlikte dilde Farsça ve İslamiyet’in etkisiyle Arapça kelimler, dil yapıları, cümle yapıları ve kalıplar edebiyatın içine girmiştir. Halkın konuştuğu dil ise Türkçe olmaya devam etmiştir. Günümüz Türkçesinde olduğu gibi birçok yabancı dilden dilimize kelimeler geçmiş bu dil anlaşılmıştır. Anlaşılan dil hayatımızda kendine yer bulmuştur.
İşin özetini bu noktada İlber ORTAYLI hocamız yapıyor;
“Osmanlıca, Avrupa dillerindeki Ottoman, Osmanisch kelimelerinin yanlış çevirisidir. Bir dönemi ve bir üslubu nitelendirmek için yanlış kullanılan sıfat, üstelik bir de isim haline getirilip kavramlaştırılmış ve bilgisizce bir kimlik kompartımanına dönüştürülmüştür. Osmanlıca öyle Fransızca ve Rusça gibi ayrı dil olarak anlaşılamaz, Arap harfleriyle yazılan bir Türkçedir. Her dil asırdan asıra bazı değişiklikler geçirir ama bu durum ayrı bir dilden söz etmeyi gerektirmez. Nihayet anneannemizle dedemizin mektuplaşma dilidir. Birçoğumuzun bu mektupları okutmak için ümmi köylüler gibi adam aradığı gerçektir.”
Edebiyatçılarımızın günümüzde kullandıkları dili anlamakta benim de zorlandığım oluyor. Günümüzde de edebiyatçılar halkın konuştuğu dilden farklı bir dil oluşturma telaşındalar. Halk ise konuştuğunu yazmaya devam ediyor. Hangi harf düzeni öğretilmişse onunla…
Osmanlı Türkçesi öğrenilmeli mi diyenlere, ben biraz daha ileri gidip sadece Osmanlı Türkçesi değil Oğuz Türkçesi ve Uygur Türkçesi öğrensek. Yetmez desek kendi kültürümüzü sindirip Arapça, Farsça, İngilizce, Rusça öğrensek. Öğrenmeye kim karşı çıkarsa bilmeli ki ilme ve bilime karşı çıkmaktadır. Elbette önce kendi dilimizden başlayacağız öğrenmeye.
Son söz olarak iki örnek size bir halk edebiyatından, bir de divan edebiyatından. İkisi de Osmanlı Türkçesi’nin Latin Harfi ile yazılı halleri
Köroğlu der ki;
Bizim dağların kaplanı
Güleşse yıkar aslanı
Köroğlu’nun kahramanı
Gelin ağlaşak Hoylu’ya
Taşlıcalı Yahya der ki;
Meded meded bu cihanım yıkıldı bir yanı
Ecel celâlîleri aldı Mustafa Hânı
Tohındı mihr-i cemâli bozuldı erkânı
Vebale koydılar âl ile Al-i Osmânı
Sizleri Topal Akif ile baş başa bırakıyor esenlikler diliyorum
Yollar kötü olmasına kötüydü. Her yer çukurdu. Araba azıcık hızlansa, arabanın için de zıplamaktan kafasını yaracaktı. Topuk köyü yol ayrımına yaklaştı ki önde öküz arabası gördü. Öküz arabasını uzunca boylu bir çocuk kullanıyor, arabada da bir delikanlı uzanmış yatıyordu. Belli ki bir şey olmuştu. Yol bozuk olmasa hızlanacaktı. Öküz arabasına yaklaştıkça uzanan kişinin bacağında bir tahta bağlı olduğunu gördü. Arabanın da kalafatlarında birkaç tahta yoktu. “Herhalde bacağına bir şey oldu” dedi. Arabası ile öküz arabasının önüne geçti ve el frenini çekti. Arabadan gürültü bir ses geldi. “Ulen, bir kere de doğru yapsa şu Hilmi Usta şu pikabı” diye bağırdı. Cipten atladığı gibi öküz arabasına yöneldi.
“Uğurlar Ola” dedi. “Nereden gelip, nereye gidiyonuz”diye devam etti.
Mehmet öküzlere “hoooh!” diye seslenip, arabayı durdu. Arabanın durmasıyla Akif; öküz arabasının arkasından doğrulmaya çalıştı. Ancak bacağı buna izin vermiyordu. Mehmet;
-Merhaba, Muzaffer ağabey, sen beni tanımazsın ben Gecen Köyünden Mehmet. Bu yanımdaki arkadaşta, Karaçam köyünden Akif.
“Hele den bakalım, Akif’e ne oldu böyle” dedi Muzaffer.
Mehmet, Akif’in başından geçenleri anlattı. Muzaffer her detayı dikkate dinliyordu. Dinlerken suratı şekilden şekile giriyordu.
Devamı haftaya