İlkokul’a heyecanla başladığımız günlerden itibaren hepimiz birçok tekerlemenin kucağında büyüdük.
Sonra aynı tekerlemeleri ortaokul, lise derken üniversite yıllarında da tekrar edip durduk. Onunla oturup onunla kalktık. “Yağ satarım bal satarım babam öldü ben satarım.”
Çok bilgilere aç ve susuz beynimiz yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Biz de artık çok şeyler biliyorduk! Örneğin tarih dersi işlenirken “Osmanlı Devleti” deyince hemen hiç tereddütsüz masal gibi ezbere bildiğimiz şu; “Kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme, dağılma, hasta adam, yıkılma ve parçalanma” dönemleri dilimize hemen üşüşüverirdi.
Bu periyotlaştırma (dönemleştirme) sevdasına yakamızı kaptırmıştık bir kere. Bu bilgiler her sene daha şiddetli dozda işlendikçe beyinlerimizde ki o nadide tarih bilgileri iyice kıvama gelmeye başladı!
Bu işlerle uğraşan insanlar öylesine kendilerini kaptırmışlardı ki gece gündüz çalışıyor bu konuları öğretmeyi görev sayıyorlardı. Hatta bu dönemlerin başlangıç ve bitiş tarihlerini bilmeyenlerin “sınıf tekrarı” yaptıklarında tarihten başarılı olacaklarını zannediyorlardı.
Yüzyılın başından itibaren kabullendiğimiz bu “tarih formatını” sorgulamadan, geliştirmeden, üzerinde hiç kafa yormadan kabulümüzün sırrı neydi? Bizim ülkemizden başka bir ülkede böyle bir mantıkla acaba tarih okutulup okutulmakta mıydı acaba?
Sokullu’nun ölümünden sonra bizim için kâbus dolu günler başladığına ne kadar da çabuk inandık. O günün insanlarının bizim hissettiklerimizi hissetmedikleri, bizim anladığımız anlamda “gerileme saplantısına” kapılmadıklarını, kendilerini hiç de “hasta adam” gibi marazi duygular taşımadıklarını biliyor muyuz? Karlofça Antlaşması’nı yaptıktan sonra bizim gibi “Gerileme dönemine mutlak girdiğine” inanan kaç kişi vardı?
Dünyayı adaletle yönettiğimiz o günleri kendi ellerimizle alelacele bitirip olumsuzlukları ön plana çıkarıp adeta seferberlik ilan ettik. Kendi tarihini bu kadar olumsuz sıfatlarla niteleyen, karalayan, küçümseyen, bunu tarih diye yutturan bu gezegenin bizden başka sakini var mıydı acaba?
Türk tarihinin en alımlı yıllarının bu kadar çabuk sona ermesini dört gözle beklemeyi marifet sanmak, son asırları insafsızca bütün gücümüzle yaylım ateşine tutmak bize özgü bir durum olsa gerek. (Karanlık dönem olarak bildiğimiz şu meşhur 16.yüzyılın ortalarından başlattığımız Osmanlı tarihinin son 3,5 yüzyılı)
Azıcık iyi niyet, birazcık feraset, tarih bilgisi ile felsefesinin yakasının bir araya geldiği daha pozitif bir yaklaşım tarzı derdimize derman olacaktır. Son zamanlarda olumlu gelişmeler bizleri ümitlendirmektedir. Tarihimize daha önyargısız daha kompleksiz bakabilmemiz mümkün olmayacak mı acaba?