Dilimiz de tüy bitti. Bu söz bana ne kadar çok konuşmayı sevdiğimizi anlatıyor. Dilimiz de tüy bitiyor, gözümüzüm nuruna, elimizin nasırına dokunmuyoruz. Bugünler de siyasetin meşakkatli yollarına kendisini vurmuş hemşerilerimizin haberlerini okuyarak vakit geçiriyorum. Ya da İstamonu gazetesindeki köşe yazıları yayımlanan kıymetli dostlarımın yazılarıyla. Hüseyin Bey’in söyleşilerini okumak yorgunluğumu alıyor. Bulabilirsem Kastamonu’dan gelen gazetelere bakıyorum göz ucuyla. Sonra derinlemesine. Ne oluyor anlamaya çalışıyorum memleketimde.
Okumanın keyifli olduğunu ilk yazımda söylemiştim. Yazmanın tadını da alın demiştim. Günler çok hızlı geçiyor. Seçim haberleri, siyaset haberleri, partiler, eğlenceler, dernekler ve bunun gibi birçok husus sadece tekerrürden ibaret gazetelerin sütunlarında yer alıyor. Elbette gönlüm böyle olmamasını arzuluyor. Ama yıllar bana bunun pek değişmediğini gösterdi. “Ne diyorsun hoca?” diye hayıflananların homurtularını duyuyor ve sadece gülümsüyorum.
Peki, dününüz geri geliyor mu? Gelmiyor. Bir bilim adamının çok güzel bir tespiti vardı; “Yaşlılığınızda gençliğinizin sorgusuna göre huzur bulacaksınız”. Boş meşgalelerle zaman öldürmeyi bırakıp, bizim üst neslin kaybettiği, bizim neslin hala aradığı ve bizden sonraki neslin bulacağına inandığım kendini yetiştirme meselesine el atalım.
Derneklerimizde, toplantılarımızda, sohbetlerimizde dinlemekten ziyade okuyalım. Evlatlarımızı okutalım. Yönetilen değil yöneten olalım. Yönetmeye aday olmak için de kendimiz yetiştirelim.
Sizleri Topal Akif hikayesi ile baş başa bırakıyorum. Esen kalın.
“Hemşire hanım buraya bakın. Bu hastanın röntgen filmlerini çekip yatış işlemlerini başlatalım” diye orada bulunan hemşirelerden birine seslendi. Sonra Akif’e dönüp; “Evladım sen bir süre bizim misafirimiz olacaksın. Hastanede yatman gerekecek.” dedi. Doktor hanım tekrar Akif’in ayağına baktı içinden bir şeyler mırıldanarak yan taraftaki sedyede yatan hastaya yöneldi.
Akif doktorun “Sizi burada misafir edeceğiz” cümlesinden sonra daha bir hüzünlendi. Daha sabah tanıştığı iki adamla baş başaydı. Anasına nasıl haber verecekti. Gece başında kim kalacaktı. Bu sorular bitkin halini daha da bitkin hale getiriyordu. Çevresine baktı. Her tarafta inleyen, oflayan hastalar vardı. Kimisi ateşler içinde yatıyor, kimisi de iki büklüm duruyordu. Ayağı iyiden iye morarmıştı. “Herhalde bacağımı kesecekler” diye mırıldandı ve ağlamaya başladı. Dün ormandan ağaç kesmeye hazır olduğunu düşünen o Akif gitmiş yerini çocuk gibi ağlayan bir Akif gelmişti.
“Hele dur bakalım Akif! Ben şimdi sizin köyün Muhtarı Sabri Çavuş’u ararum. O da anana haber verü. Anan da yarın zabahleyin erkenden posta arabası ile yanuna gelü. Hiç tasalanma sen. Hem bu gece ben yanında galurun.” dedi Muzaffer. Mehmet de “Ben de galuverün. Hem zabah danıştuk diye seni yarı yolda mı bırakacuz? Olmaz öyle şey. Hem biz artık gardaşuz. Anamız buvamız ayru da olsa.”
Devamı Haftaya…