Siz yoktunuz!
Biz, çok şeyler umuyorduk bu ülkeden, bu evrenden. İçi barış kokusu dolu bir dünyanın çakırkeyif mutluluğu olur diyorduk.
Ormanların yeşiline, denizin mavisine ve tüm çiçeklerin bin bir rengine bakıp gülüşüyorduk.
Yoksulluğun yok edilebileceğini biliyorduk.
Yolsuzluğun utancından sıyrılabiliriz diyorduk.
Siz yoktunuz!
Her sabah, güneşin, bir öncekinden daha parlak doğacağına adımız gibi inanıyorduk.
İnsan, insanı yok etmek için değil daha çok var etmek için ter dökecek diyorduk.
Harıl harıl heyecanlanıyor, susam susam yoruluyor, dilim dilim büyüyorduk.
Oyuncaksız büyüdüğümüze aldırmıyor, aç aç uyuduğumuz için homurdanmıyor, giyinemedik diye mızırdanmıyorduk.
Hep, bir “nasıl olsa !”mız vardı çıkınlarımızda.
Dövülüyor ve vuruluyorduk; “ Bu son nasıl olsa! “ diyorduk. Sürülüyorduk, işlerimizden kovuluyorduk; “Bu son nasıl olsa !” diyorduk.
Üşüyorduk; “ Bahar gelecek nasıl olsa! “ diyorduk. Ekmeklerimizi çalanlar için “hesap verirler nasıl olsa! “ diyorduk, “ adalet var !” sanıyorduk.
Sizden önce de biz yoktuk.
Dedelerimiz, ninelerimiz; analarımız, babalarımız aynı sözleri okumuşlardı kulaklara…
Şimdi sen geldin Uygar; amcanım… Hilal, sen geldin, dayınım… Demir, hoş geldin, dedenim.
Hoş geldiniz.
Asıl şimdi borcumuz borç…
Ya yüzünüze bakamayacağız on yıl sonra ya da size emanet edeceğiz barışa özlemi, yoksulluğa vedayı, yolsuzluğa yumruğu, ihanete tekmeyi…
Hoş geldiniz yeğenlerim, taze canlar…
Hoş geldin alacaklım, torunum…
Uygar, Hilal ve Demir…
Hoş geldiniz.
Ve şimdi sizler,
Karışlık boylarınızla
Gramlık kilolarınızla
Renk renk gözlerinizle
Kavga kavga adlarınızla
Ve on binlerce gündaşlarınızla
“yarınsınız”…
Hoş geldiniz…