İstamonu Yazarlar
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Gezi Notları- Küre 1995

Gezi Notları- Küre 1995

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Bir vakit öylece durduk. Lapa lapa yağan karı seyrettik. Küre’nin etekleri beyaza bürünmüş, yaz aylarında harman yerine kurulan yığınlar gibi tepecikler oluşturmaya başlamıştı. Sabahın erken vakitleri geçmiş İnebolu yolundaki köylülerin sabah telaşları başlamıştı bile. Elinde koca küreği, altı köşe şapkası ile bir adam kapısının önünü kürüyor, karısı olduğunu düşündüğüm kadın tavukların bulunduğu kümesin önünde önlüğünden çıkardığı yemi serpiyordu. Çoban köpekleri de Anadolu’da sadece Kastamonu’da görebileceğiniz cinstendi. Ayağa kalktığında iki buçuk metreyi bulabilen bu köpekler dağlardan gelecek yabani hayvanlar için bir güvenlik sistemiydi. Evde yaşayanların kanının kokusunu biliyormuşçasına eve ilk defa gelen akrabalara dahi ürmezdi. Yabancı bir kişi gelmeye görsün; yerinden ok gibi fırlar, gelen kişinin karşısında bir canavar edası ile dururdu. Gelen kişi kıpırdamazsa ne ala… Yok, kıpırdadı mı? Bir parçasını koparır alırdı gelen misafirden.  Bu köylünün köpeği de evlerinin dağa bakan yamacında nöbet görevi yazılmış asker gibi bir oyana, bir buyana geziniyordu.

Vakit geçtikçe kar yağışı hızlandı. Küre’ye inen yol iyice kapanmıştı. Koskoca  ilçede bir tane araç vardı. O da ilçenin içindeki yolları açmaya çalışıyordu. Kastamonu’dan gelen araçlar Küre’ye inen yolun başında duruyordu. Yolcular orada iniyor, karı yara yara evlerine ulaşmaya çalışıyordu. Yaşlı olan yolculardan bazıları ellerindeki değnekle iyice önlerini yokluyorlardı. Biraz daha genç olanlar ise bacaklarını geniş geniş açarak yol almaya çalışıyorlardı.  Çocukların neşesine diyecek bir şey yoktu. Tehlikenin ne olduğunu bilmeden kardan toplar yapıp bunları yuvarlıyorlardı. Yaptıkları toplar yuvarlanırken o kadar büyük oluyordu ki, vardıkları yerde bir insan boyunu geçiyordu.  Yolcuları getiren araç yerinden ayrılırken bir jandarma aracının yaklaştığını görebiliyorduk. Lastiklerine zincir bağlanmış bu araç, sanki yolda hiç kar yokmuşçasına hareket ediyordu. Önde iki asker oturuyordu. Arkada oturan kişinin ise şapkasının tam ortasında kırmızı-mavi yuvarlak bir noktayı andırır bir şey vardı. Her halde bu komutanlarıydı. Yolcular yolu yarılamışlardı ki, araç yanlarında durdu. Elinde değnekle yürüyen adamla, hemen önünde yürüyen kadını aracın içine aldı. Sonra yine yoluna devam etti.

Akşam almak üzereydi, karın yüksekliği bir metreyi bulmuştu. Biz ise bu eski evin tek camlı penceresinden Küre’yi seyretmeye devam ediyorduk. Evin alt katına bir göz oda vermişti evin sahibi. İçerde küçük bir soba vardı. Bir parça odun iki saate yakın içerinin sıcak olmasına yetiyordu. Evin iki köşesinden ortada birleşmiş, bir insan boyunu geçmeyecek kadar olan sedirlerin üzerinden tüm gün Küre’yi seyretmiştik. Akşam olduğunda ise odanın tek camının hizasına kadar kar dolmuştu. Pencereyi açsak ve oradan yürüsek yürüyebiliyorduk. Bütün gün yağan kar misafir olduğumuz hanenin sahibinin işlerini de zorlaştırmıştı. Damdaki hayvanlarına yem-alaf getirebilmesi için samanlık ile ev arasında elli metrelik kanal açmıştı. Dışarı çıktık. Bu yolu gördüğümüzde çok şaşırdık. Hasan amca nasıl olurda bu kadar kısa sürede başarabilmişti? Ve bizi neden çağırmamıştı? Bunun sebebini ancak akşam yemeğinde öğrenebilmiştik. Öğretmen lisesinde okuduğumuzdan; “Siz muallimsiniz. Sizler bu makus talihimizi değiştirecek insanlarısınız. Sizler büyüyeceksiniz ki torunlarımız bu şartlarda yaşamasınlar”

Yanımdaki arkadaşımla sabaha kadar sobanın başında Türk Edebiyatı klasiklerini okuduk. Okumalıydık. Ve bir şeyleri değiştirmeliydik. Ama daha onlu yaşlarımızın sonlarında bu “bir şey”in ne olduğunu anlamak bizim için zordu. O hafta sonu Küre’nin karla kaplı yollarında, sıcacık insanları ile ufkumuzu açan bir tatil geçirmiştik.

Dua ile…

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

İstamonu ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!