Meylim benim dildâradır, ammâ anın ağyâradır
Ben hangisini sevsem, dildârı mı, ağyârı mı
Yeri gelmişti ve Divan Edebiyatı’ndan bahsetmiştik. Bahsimiz tabi ki Kastamonu’lu şairler üzerineydi. Malumunuz yazılarımızı derlerken uzunca araştırmalar yapıp sizlerle paylaşıyorum. Geçen hafta edebiyat okuyan bir kardeşimiz önemli bir şaire yer vermediğimi söyledi. Neden önemli olduğuna dair kısa bir açıklama da göndermiş. Öncelikle kardeşimize teşekkür ediyorum. Edebiyat her insana bir şekilde tesir ediyor.
Yukarıdaki beyti okuduğunuzda şiirin keyfini yaşıyorsunuz. Tabi ki Divan şiirini seviyorsanız. Yoksa mı? Anlamadığınız bir dizi sözcüğün ötesine geçmiyor. Ne diyor şair; “Benim düşkünlüğüm sevgiliye iken, onunki düşmanadır. Acaba sevgiliyi mi sevsem, düşmanımı mı sevsem bilmiyorum.” Burada ki düşmandan kasıt sevgiliye karşı ilgi duyan diğerleridir… Kim peki bu dizeleri yazan şair. Kastamonulu Sofizade Mehmet Tevfik Efendi.
1873 yılında Kastamonu’da doğmuş ve 20 Nisan 1960 senesinde yine Kastamonu’da vefat etmiştir. Son dönem Osmanlı ulema, edip ve yazarlarındandır. Son Dönem Osmanlı şairleri ve yazarları içinde hatırı sayılır derecede güçlü bir şairdir. Hulviyat adlı şiir kitabı 1910 yılında Kastamonu Vilayet Matbaası’nda basılmıştır. Ayrıca bir ara Kastamonu’ da “ Zafer” adlı bir gazete de çıkarmıştır. Edebiyatın halkın içinden çıktığını ve halkın edebiyatı yaşattığını savunmuştur. (bkz.Mehmet TURKKAN)
Değinmiş olduk Sofizade Mehmet Tevfik’e. Divan edebiyatı dediğimizde bir diğer önemli şair de elbette Necati’dir. Hançer redifi ile Beyazıt Hana yazdığı gazelle tanınmıştır. Aşık tarzını benimsemiş, sadeliği ve yerlilik vurgusu ile öncü şairdir. Bu haftaki yazımıza o meşhur gazelinin son mısrası ile son verelim.
Hezâr sâl ola devr-i kamer gibi ömrün
Meh ola gâh siper gâh zer-nişân hançer
(Ey padişah!) Ömrün devr-i kamer gibi binlerce yıl olsun ve gökyüzündeki ay, bazen senin siperin bazen de altınla işlenmiş hançerin olsun. (Kaynak. Dil ve Edebiyat Dergisi, Prof.Dr.Muhsin Macit)
Topal Akif hikayesi kaldığı yerden devam ediyor. Esen Kalın.
Akif;
“Anama haber veremedim. Merak etmüştü. Öküzler de böyle aç be aç kaldı. Netcem ben şimdi” diyerek ağlamaya başlamıştı. Ağlaması aslında acısından. İki acı hissediyordu. Bacağının kırılması birinci acısıydı. İkinci ve en büyük acısı anasına karşı mahcubiyetiydi.
Muzaffer, Akif’in ayağına baktı. Akif’in ayağı morarmıştı. İhtimal ki kangren olmuştu. “Bu ayağı keserler” diye geçirdi içinden. Şimdi daha fazla üzüldü. Gencecik çocuğun ayağı kesilecekti. Topal kalacaktı gencecik yaşında. “Sen nereye götürecen bu çocuğu” dedi Muzaffer. Mehmet, Azdavay’daki sağlık ocağına götüreceğini söyledi. Ama bu hızda giderlerse yatsı ezanına anca varabilirlerdi. Öküzler bu kadar yolu aç gidemezlerdi. Elbette ne kadar erken giderlerse o kadar iyiydi. Belki de Akif’in bacağını kurtarabilirlerdi.
Muzaffer ile Mehmet bunları konuşurken Azdavay yönünden Hıdırlar köyün Ahmet’i geliyordu. Belli ki yük götürüyorlardı Sabuncular deposuna. Ahmet Ağa kamyonu ile Sabuncular deposundan Karabük’e kereste taşırdı. Haftada bir gün çalışmazdı. O da Çarşamba günleri. Çarşamba günleri Azdavay’ın pazarıydı. Ama bugün Cumartesi’ydi. Demek ki yük götürüyordu. Muzaffer kamyona el etti. Kamyon yavaşladı. Kamyonun frenin çekildiği dışardan duyuluyordu. Her halde beşinci de anca bitirmişti el frenini çekmeyi. Arabadan Ahmet Ağa ve yirmili yaşlarda iki delikanlı indi.
Devamı Haftaya