Kimse bana Türkiye’de 1980 sonrası kurulan siyasi partilerin “tam bağımsız” olduğunu söyleyemez, söyletemez. Moda deyimle “konjonktür” buna engeldir.
Türkiye siyasi parti oluşumlarına ABD karışması, 1946 ile başlar. Ancak, “Soğuk Savaş” dönemi çok fazla ileriye gitmesine engel olmuştur. 12 Eylül, uzaktan kumanda yoluyla bir karışmadır. ANAP, böyle bir karışmanın sonucu kurulmuş ve kimlik giydirilmiştir. AKP’de öyle.
ABD, bu tür partileri kurarken/kurdururken içeride güçlendirilmiş ama dışarıda kendisine sıkı sıkıya bağlı lider(!)ler bulur. Ve o lider üzerinden tüm politikayı belirler. Özal’ın partiyi bırakıp Çankaya zirvesini seçmesi, istenilen liderliğin boş kalmasına yol açtı ve ANAP dağıldı.
AKP, yine bir “kişi” üzerinden organize edildi. İçeride güçlendirilmiş ama dışarıda sıkı sıkıya bağlı. ABD’nin, Orta Doğu’ya yeniden biçim ve içerik kazandırma politikasına “evet” diyen ve bu ilişkiden bölge önderliği bekleyen bir siyasal anlayış olarak iktidara getirilen AKP (dolayısıyla Erdoğan), ABD’nin değiştirmek zorunda kaldığı Orta Doğu politikalarına uyum sağlamada zorlandı. Hatta çizmeyi aşma girişimleri saklanamaz duruma geldi. İç politikada ise gücün verdiği rahatlıktan kaynaklanan yanlış politikalar, AKP’yi de gözden düşürdü. ABD açısından özellikle bölge politikalarının yürütülmesinde AKP güvenilmez noktaya geldi. İç gelişmeler ise bu sürece paralel olarak işe yarar soslardı.
Bölgedeki uygulamaları ile neredeyse huzursuzluğun kaynağı olarak görülmeye başlayan Türkiye’nin, içte ve dışta değişime acilen gereksinmesi olduğu tartışılmaz duruma geldi. İyi de bu değişim kiminle ve hangi yöntemlerle olacaktı?
Oldum olası sol alerjisi yaşayan bir ABD için, sol söylemli bir CHP yeterince cazip olamazdı. MHP ise ABD açısından hep alt sıralardaki bir seçenek olarak görüldü ve değerlendirildi. ANAP’tan boşalan “dört eğilimli parti” nin, daha doğrusu merkez sağın AKP ile doldurulabileceği seçeneği, AKP’nin din eksenli yüksek çıkışlarıyla ortadan kalkmış oldu.
İç gelişmeler AKP’yi yıpratırken ülkeyi yordu. Yıpranmış bir ortak ile bölgedeki projelerin yürütülmesinin olanaksızlığını gören ABD için merkez sağ ama “yeni” bir partiye gereksinim olduğu açık. Kim olacaktı bu?
Ya yeni bir parti kurulacaktı, ya da mevcutlardan biri dönüştürülerek siyasal iktidara yolcu edilecekti.
12 Eylül ile büyük oranda tasfiye edilen solun, CHP üzerinde önemli bir ağırlığı kalmamış/ bırakılmamıştı. Kitleler de aslında “Yeni Dünya Düzenine”, “Küreselleşmeye”, “Tek Kutuplu (ABD Merkezli) Dünya”ya iyice ısıtılmıştı. Bunlardan geri dönüş ya da sol taleplerin kitlesel anlamda yeniden gündeme gelmesi için henüz zemin yoktu. Sol, marjinal kalmıştı. Mevcutlardan birinin dönüştürülmesi daha az maliyetli ve çabuk sonuç verici olabilirdi. Türkiye iç politikasına karışmanın ekseni bu yönteme dönüştürüldü.
CHP’nin özellikle yerel seçimler için aday belirleme yöntemi, bu tezi destekler nitelikte görülmektedir. Yani CHP, ABD’nin hep istediği merkez sağ parti olmaya aday olmuştur, edilmiştir manzarası belirmektedir yönlü algı güçlüdür.
CHP, bu program çerçevesinde iktidar olabilir ya da iktidarın büyük ortağı olabilir. Ancak, kamuoyundaki CHP algısını ve beklentisini sürdürebilir mi, bilmiyorum.
Benimkisi bir beyin antrenmanından öteye gitmeyecek bir düşünce, hepsi bu…