“Olmadı!” dedi, genç kız, “Olmadı!”
Anlayamadı adam, “Neden?” bile diyemedi.” Kederinden sustu, sadece yutkunabildi. Öyle çok sözler çürüdü ki, benliğinde birden. Yüzünü buruşturdu, midesi bulandı, gözlerinden fışkırmasını istedi cümlelerinin. Duyulabilmeyi, sezilmeyi, hissedilmeyi, bilinmeyi diledi. O an en büyük duası az önce duyduklarını hiç duymamayı istemekti, “olmadı!”
Kız konuşuyor, adam bakıyordu.
Uzak diyarlara bakar gibi…
Bir trenin içinde bilinmedik bir ülkede, kimsenin dilini bilmediği bir yerde avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Kimseye hiçbir şey açıklamak istemiyordu, olmadı.
Tüm denizlerde tüm canlılar onu kucaklasın istiyordu, olmadı.
Tüm dağlar küçülsün, avucuna sığsın istiyordu, olmadı.
Yaşadığı şehir kapkaranlık geldi o an, tüm ışıkları yakmak istedi, inadına, olmadı.
Kız olanca zalimliğine devam ederken, birden yüreğinden dizlerine doğru ince bir sızı ilerledi. Hissediyordu, ilerlediği yolu. Bekliyordu, ‘bir yerde bitecek,’ diyordu, ‘ya benimki nerede bitecek!” Bedeni acıya tepkiyi hemen vermişti de, ya yüreği…
Kız, tüm olmazları anlatıyor, ama neden olmadığını anlamaya yanaşmıyordu adam.
Nasıl unutsundu ki!
Adam ilk kez bir ‘olura’ inanmıştı.
İnandığı gibi de yaşamak istiyordu, hepsi bu…
Olmadı…
Üşüdü birden, içi titredi, bir şilep geçiyordu, başını çevirdi daldı gitti.
“Beni de götür” diye yalvardı adeta…
Attila İlhan’ın dizeleri düştü aklına:
“garson masa iyi manzarayı değiştir
Sırası mı mehtabın yıldız yağmurunun
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Sapa bir yerindeyim umutsuzluğumun
Hava soğuk olmalı ağaçlar bütün duman
Eğer bulabilirsen ölü bir kar getir
Beyazlığı kalın bir su gibi uzayan
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Batan bu köhne şilebte ne işleri var”
Şilep gitti. Yalnızlığı kaldı elinde, bir de yürek ağrısı.
Gidebilseydi gidecekti…
Olmadı…
Kalabilseydi kalacaktı kız da…
Olmadı…
Demek ki; olan olmayabilirmiş, olmayanın da olduğu gibi…
Yaşamadan öğrenemeyecekti…
Öğrenirken de mutlaka canı acıyacaktı…
Seve seve de olmuyormuş, anladı…