featured

“Çok çalışmaktan başka çarem yoktu”

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Türkiye’nin en köklü ve güçlü markalarından Dalgakıran Kompresör’ün temel taşı Ömer Dalgakıran, Kastamonu’dan İstanbul’a uzanan 80 yıllık hayat hikayesinin özetini İstamonu’ya anlattı.

Türkiye’nin en köklü ve güçlü markalarından Dalgakıran Kompresör bugün 53 yaşında. Karaköy Perşembe Pazarında 30 metrekare alanda şirketin şimdilerde Onursal Başkanı olan Ömer Dalgakıran tarafından temelleri atılan firma, oğulları Adnan ve Ayhan Dalgakıran’ın yönetimde yer almasıyla sesini uluslararası arenaya taşırken; Uzak Doğu’yu ülkemize yakın etti.

Bugün yaklaşık 30 bin metrekare alanda Türkiye’nin en büyük endüstriyel kompresör üreticisi ve ihracatçısı olan firmanın temellerindeki başarının sırrı ise baba Ömer Dalgakıran’ın yapılamayan işlerin üstesinden gelme isteği, inadı ve azmi olduğu bir gerçek. Temeli sağlam atılan firmanın ikinci kuşak temsilcilerinin de farklı meziyetlerini aktarmaları bu yapıya duyulan hayranlığı artırıyor tabii ki.

Dalgakıran’ın temel taşı Ömer Dalgakıran, Kastamonu’dan İstanbul’a uzanan 80 yıllık hayat hikayesinin özetini İstamonu’ya anlatırken; Cide’ye, dönemin meslek yüksekokulu Yağkapanı’na uzanıyoruz, çayımızı yudumlarken 84 numaralı kahvenin camlarından mahalleliyi seyrediyoruz sanki…

Bir yerlere gelmek için çok çalışmaktan başka çarem yoktu

“1938 yılında Cide’nin Fakaz köyünde doğdum. Altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğuyum. Babam kaptandı, İstanbul’da uzun süre memlekete geri dönüş yapmadı; çocukluk yıllarımda onunla olan anılarım genellikle hayallerimdeydi. İlkokulu bitirmemin ardından 14 yaşıma geldiğimde İstanbul’a gitmeyi kafama koymuştum. İnebolu’dan Erzurum isimli gemiyle 4 gün süren yolculuğumun ardından Tophane’ye geldim. Babamın yanında kum çıkarmak için işe başladığım ilk gün hayatımla ilgili başka planlar yapmaya karar verdim. Bunu paylaştığım babam, 1952 yılında Perşembe Pazarında çok yönlü makine parçalarıyla uğraşan Fetih Karakaş’ın yanında çırak olarak işe başlamamı sağladı. Ustanın yanından asker gibi geçerdik. Usta ne zaman paydos ederse biz de o zaman evimize giderdik. Başımda bana sahip çıkacak bir büyüğüm yoktu; para kazanmak zorundaydım ve bir yerlere gelmek için çok çalışmaktan başka seçeneğim olmadığını biliyordum. İlk zamanlar babamın yakın arkadaşı olan Serdar Ortaç’ın dedesi Yusuf Ortaç’ın evinde kaldım. Aileye yük olmamak için yemeklerimi mutlaka dışarda yerdim. Eğer dinlenecek vaktim olursa Kantarcılar’daki 84 numaralı kahveye giderdim. Burası genellikle hemşerilerimizin uğrak yeriydi. Hasretle memleket muhabbeti yapılır, geride bırakılanlardan haber almak için aile ocağına gelir gibi bu kahveye muhakkak uğranılırdı.”

“Bir gün İstanbul’da yeni olduğumu her halimden anlayan bir gemici yanıma yaklaşarak, beni bir çeşit sorguya çekti. Belki sıradan bir kahve muhabbeti gibi görünen bu diyalog benim hayatımı etkiledi. Nerede çalıştığımı soran gemiciye “Yağkapanı’nda tornacının yanında çalıştığımı, firmanın makine işleriyle uğraştığını anlattım. Bana “Senin baban ve ağabeylerin denizci. Sen karada nasıl çalışacaksın. Benim bildiğim Şakiroğulları pek laf kaldıramaz, o yüzden sen yakın zamanda köye kaçarsın” dedi. Bazı musibet gibi gözüken sözler nasihate dönüşür biz bunun farkına bile varmayız. Ne zaman moralim bozulsa, memleketi özlesem bir kaçma fikri musallat oluyordu ruhuma. İşte böyle zamanlarda gemicinin lafları geliyordu kulağıma ve beni kalmam için daha hırslandırıyordu. Ona Şakiroğulları’nın hiç de düşündüğü gibi olmadığını ispat etmeyi bir görev ediniyordum. Daha sonraları 4 arkadaşımla birlikte kendi evimize çıktık. Bu benim kendime olan güvenimi artırdı.”

Rumlarla çalışmam bana pusula oldu

“Fetih Ustanın atölyesinden koluma taktığım altın bilezikle ayrıldım. Tek tek makine parçası yapabiliyorum ama ben parçaları bir araya getirerek makine imalatı yapmak istiyordum. Daha fazlasını öğrenmem gerektiğine inanıyordum. 1957 yılında Rum kardeşler Niko, Sarandi ve Panayot’ın yanında işe başladım. Askerlik görevime kadar yanlarında çalıştım. Rumlarla çalışmam bana hem başka kültürü tanımam hem de iş yaşamımdaki belli bir disiplin çerçevesinde samimiyetin, eğlenebilmenin önemini kavramam açısından pusula oldu. 1958 yılında askerlik görevim için Edremit’e gittim. İki aylık acemilik devresinin ardından İstanbul 66. Piyade Ordonat Bölüğüne, Rami’ye geldim. İhtilalden kısa bir süre sonra 23 ayın ardından 30 Haziran 1960 yılında tezkere aldım. Askerlik sonrası annemin elini öpmek, hasret gidermek için İlyasbey’e gittim. İhtilalin ardından bozuk olan işleri yüzünden kumculuğu bırakan babam ve onunla birlikte çalışan ağabeylerim de memleketteydi. Onlarla birlikte geçirdiğim kısa süre zarfında kendi işime dönmem gerektiğini anlamıştım.

İş bulma konusunda telaşlı ve aceleciydim. Karaköy’de Hamdi Bey’in fabrikasında tornacı olarak işe başladım. Despotça yönetilen bu iş yerinde huzursuzdum Niko ve Sarandi’nin eski işime dönme konusundaki ısrarını da yeni işe aldıkları Ahmet’i çıkarmaları endişesiyle ilk başta kabul etmedim. Piyasanın o koşullarında aile sahibi olan birinin işsiz kalmasının ne demek olduğunu biliyordum. Gönlüm buna razı olmuyordu. Bir de iş bulma konusunda kendime güveniyordum. Perşembe Pazarında ustalığım konuşuluyordu artık. Ancak Ahmet Ustayı işten çıkarmayı kafaya koymuşlardı. Onun işsiz kalma sebebi ben olmayacağımdan Niko’nun iş teklifini kabul ettim.

Tanımayı sonraki yıllara bırakarak evlendik

“1961 yılının Ekim ayında kendi memleketimden Öznur Hanımla dünya evine girdim. Öznur Hanım İstanbul’da doğmuş büyümüş ancak annesini kaybettikten sonra babasıyla birlikte memlekete yerleşmişti. Bir kere bir araya geldik, konuştuk ve o zamanın koşullarında birbirimizi tanımayı sonraki yıllara bırakarak evlendik. 1962 yılında Adnan, 1964’te Ayhan ve 1966’da Esen dünyaya geldi.”

Dalgakıran Kompresörün hikayesi başladı

“1965’te kendi işyerimi kurdum. Arap Camii yanında 2.katta 30 metrekare bir yer buldum. Dalgakıran kompresörün hikayesi burada başladı. Dükkanı tutmuştum ama oldukça pahalı olan tezgahları satın almanın yolunu arıyordum. Almak istediğim torna tezgahı 34 bin liraydı ve ben ancak 14 bin lirasını senet vererek alabilecek durumdaydım. Dükkan sahibi haklı olarak kefil göstermemi istedi. Ben her zamanki gibi dürüstlüğümle dükkanı yeni tuttuğumu, kimsenin bana kefil olmak istemeyeceğini söyledim. “Ancak benimle ilgili araştırma yapmak isterseniz şu an ayrılmak üzere olduğum iş yerime gelebilirsiniz” dedim. Hakkımda yaptığı istihbarat olumlu çıkmıştı iki gün sonra 14 bin lira peşin vererek, bin lira ödemek koşuluyla 20 ay vadeyle tezgahı satın almıştım. Bir taraftan kompresör imalatı yaparken diğer taraftan gelen işleri kabul ediyordum. En çok da savaş yıllarından kalmış, Türkiye’de parçası bulunmayan makinelerin arızalanmış parçalarını tamir ediyor ya da imal ediyordum. Kimsenin uğraşmak istemediği türden işler hem bana kazandırdı hem de kısmi olarak Türk ekonomisine katkı sağladı.”

İş büyüyor para kalmıyordu

“İş kapasitemiz büyüdükçe, tezgah sayımız artıyor dolayısıyla işe yeni elemanlar alıyordum. Ama öyle zamanlar geliyordu ki cebimde hiç para kalmıyordu. Bir taraftan senetleri tam zamanında ödüyor, evime bakıyor, çalışanlarımı mağdur etmemeye çalışıyordum. Aynı zamanda işimi mükemmel yapmaya gayret ederken söz verdiğim tarihte iş teslimi yapıyordum. 1985 yılına kadar çalışmalarımı sürdürdüğüm Perşembe Pazarındaki 40 metrelik dükkan istimlak olunca Topkapı’da 150 metrekarelik bir yer satın aldım ve buraya yerleştim. 1980’li yıllarda ileri teknoloji ürünü olan vidalı kompresör imalatını gerçekleştirdik. “

Dalgakıran ailemden gördüğüm destekle gelişti

“1986 yılında İmes Sanayi Sitesinde ikinci iş yerini kurdum. İmes’te sadece Türkiye’de yeni yeni gelişmekte olan vidalı kompresörü üretecektik. Bu işi yapan firmalar pastadan pay alma şansımızın çok düşük olduğu görüşündeydiler. Ancak 1965’ten 1985’e kadar sürdürdüğümüz pistonlu kompresör imalatımızın referans olarak bize yetebileceğini düşünmediler. Yapılan karamsar yorumlar bizi yolumuzdan döndüremedi. Çocuklarımın da desteği ile uluslararası arenada büyük başarı kaydettik. 1990 yılında ise Sancaktepe’deki bugünkü fabrikamızı kurduk. Dalgakıran ailemden gördüğüm destekle gelişti, büyüdü ve basınçlı hava makineleri konusunda adından bahsedilen büyük firmalar arasında yer aldı.”

Çocuklarımı kaçırmaya hiç niyetim yoktu

“Adnan askerden döndükten sonra karşıma oturup işimizin geleceği ile ilgili çok önemli bir konuya değinmişti. ‘Baba bu işi büyütmemiz şart. Firma olarak öyle bir noktadasın ki, büyük firmalar bizim için çok güçlü rakipler, küçük firmalardan daha iyi durumdayız ama ortada olmak bize avantaj sağlamıyor. Hem gittikçe genişleyen ailemizin geleceğini daha iyi koşullara taşımaya, şirketimizin masraflarını karşılamaya bu iş kapasitesiyle yetişemeyiz’ dedi. Biz o zamanlar günde 30 kompresör üretiyorduk. Adnan işimizle ilgili birtakım planları olduğundan, eğer onun planlarını gerçekleştirirsek, hiç düşünmediğim noktalara gelebileceğimizi, bulunduğum noktada ağır ağır güvenle ilerlemeyi tercih edeceksem kendisine başka bir iş bakacağını söyledi. Adnan’ı dinlerken yıllar önce kum çekme işine tanık olduktan sonra babamın karşısına oturup denizde çalışmak istemediğimi söylediğim an geldi aklıma. Babam beni kaçırmıştı ama benim çocuklarımı kaçırmaya hiç niyetim yoktu. Adnan’ın, Ayhan’ın ve benim iş birlikteliğimin temelleri üç ortakmışçasına atılmış oldu. İş için çok tartıştık ama bu tartışmaları asla kişiselleştirmedik. Bu fikir ayrılıkları ve tartışmalar çok yönlü düşünmemizi sağlarken yaşanabilecek tüm olumsuzlukların daha masa başında çözülmesine de ışık tutuyordu. Biz üç Dalgakıran kısa zamanda hedeflerimizi tutturduk.” (Güvertedeki Çocuk Kitabı’ndan)

Röportör: Hüseyin Karadeniz

Kaynak: İSTAMONU

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

İstamonu ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!