Kaleye çıkan dar yolda önümde arkadaşlarım, arkada ben yürüyorduk. Nasrullah Camii Meydanı’ndan kaleye doğru bakınca ne kadar da yakın geliyordu. Öğle yemeğimizi, yani mercimek çorbamızı da Hacı Mehmet Amca’nın lokantasında bir sepet ekmekle yemiştik. Her cumartesi veya pazar Kastamonu’ya indiğimizde yapacağımız en büyük eğlence kaleye tırmanmaktı. Kemal, Sinan, Nahit, Süleyman ve ben, kaleye doğru dinlene dinlene çıkıyorduk. Ahşap evlerin yanından bazen patika yollardan, bazen de asfalt yoldan ilerliyorduk.
Gözümüze azıcık gelen o yokuş bitmek üzereyken susuzluğumuzu giderecek bir çeşme arıyordu gözlerimiz. Ancak hiçbir çeşme ortalıkta görünmüyordu. Yukarı çıktıkça evler daha da eskiyordu. Sanki Candaroğlu Beyliği döneminde yapılmış ahşap evlerin yanından geçiyor gibi oluyordunuz. Aşağıda ne kadar çok betonarme bina varsa, yukarı çıktıkça yerini ahşap ve taş evlere bırakıyordu. Aşağıdan yukarı çıkarken tarihte geri gidiyormuş hissi oluşuyordu.
Artık dinlenmemiz gerektiğini söylediğimde, Sinan ve Süleyman sporcu olmanın getirdiği çeviklikle bizden elli metre daha önde duruyordu.
“Azıcık daha sabredin. Kırk Direkli Camii’nin şadırvanından su içersiniz. Yanmadınız ya!” diye seslendi Süleyman ve Sinan’dan daha da yukarıda olan Kemal. Ne zaman o kadar hızlı çıktığını anlamamıştık. Ama Atabeygazi Camii’ne çoktan erişmişti. Biz Kırk Direkli Camii desek de o caminin adı Atabeygazi Camii’dir. Kapıdaki kitabede 1273 yılında yapıldığı yazar. Tarihte geri gitmeye devam ediyorduk. Caminin güzelliği karşısında hayranlığınızı gizlemek mümkün olmaz. Kılıçla hutbeye çıkma geleneğinin de bu Atabeygazi Camii’nden çıktığı kabul edilir.
Tarihte geri gitmeye devam ediyorduk. Artık çevremizdeki ahşap evler terk edilmiş binalar olarak duruyorlardı. Bazılarının camlarının yerleri naylonlarla kaplıydı. Kaleyi gördüğümüz an arkamı dönüp şehre bakmıştım. Bir süre öylece kala kaldım. Nahit’in, “Hadi Erdoğan! Vakit geçiyor. Yukarıdan seyredersin Kastamonu’yu.” dediğini duydum. Sonra “Sanki ilk defa görüyor.” diye mırıldandı. Bence size de olacak. Kaleye ne kadar çıkarsanız çıkın, Kastamonu’yu oradan seyretmek çok keyifli. Yakın zamanda kaleye çıktığımda da aynı hisse kapılmıştım. Yıllar geçiyor, his değişmiyor.
Kastamonu Kalesi, 10. yüzyılda Bizanslılar tarafından inşa edilmiş. Merkezden 860 metre yükseklikte. Bizanslılar, Çobanoğlu ve Candaroğlu Beylikleri ve Osmanlı egemenliğinde kalmış. 1943 depreminde de kalenin bir kısmı yıkılmış.
Bir de Moni ile ilgili söylentiler vardır. Ben inanmasam da kulaktan kulağa “Kastın neydi Moni?” ifadesinden Kastamonu kelimesinin türediği söylenir. Azdavay için söylenen bu tarz lakırdılara da hep gülüp geçmişimdir. Bu konuda çalışan bir tarihçi ya da dilbilimci değilim. Lakin inanmak çok da mümkün değil.
Kaleden Kastamonu’yu izlerken bir türkü tutturdu, kalenin surlara bakan kısmında duran küçük bir topun üzerine oturmuş çocuk:
“Gartal Guşun Ganadından Al Olur
Nazlı Yârin Yanağında Bal Olur
Sevip Sevip Ayrılması Zor Olur”
Yolculuğumuz bir Kastamonu türküsü ile son bulmuştu. Bir hafta sonumuzu daha Kastamonu’nun güzellikleri ile geçirmiştik. Arkadaşlarıma ve Kastamonu’ya selam olsun.

