Çağların aşınmış kapılarını açıp cihana adalet, hoşgörü ve sevgi taşıyan Fatihlerimiz, Akşemseddinlerimiz, surlara bayrağımızı diken Ulubatlı Hasanlarımız vardı. Hayber’in zorlu fetih kapılarını açan, fırtınalar estiren, kutlu nebinin diliyle müjdelenen Ali’lerimiz ensarlarımız, muhacirlerimiz vardı. Biz vardık şimdi o biz nerede?
Dersaadet kapılarımız vardı cihanın yedi ikliminden gelen elçilerin işaret almak için bekleştiği, Hızır’la yolculuk yapıp ab-ı hayat içtiğimiz kapıların ardında abdest alıp serinlediğimiz çeşmelerimiz vardı.
Bir zamanlar Umman Denizi’nden Tuna havzasına, Kafkaslardan Mağrib’e kadar uzanan topraklarımız, mavi denizlerimiz, yağmur yüklü bulutlarımız, itibarımız, şanımız vardı.
Gelin endamlı konaklarımızın ahşap işlemeli kapıları önlerinde toprak yüzlü çocuklar vardı şen şakrak oyun oynayan. Kapı önlerinde yün ören masum yüzlü neneler vardı. Torununun elinden sevgi ile tutup melun mahzun eve dönen beli bükük dedeler vardı. Şimdi o çocuklar, neneler, dedeler nerede?
Herkesin belli bir kıvama erdiği, birbirine saygı ve sevgi duyduğu yüce hasletlerimiz vardı evimizde, obamızda, bağımızda bahçemizde. Sadece kapalı kapılar ardında değil her zaman her yerde edebimiz, hayâmız vardı.
Örselenen, matlaşan gönül kapılarımızı tamir eden mahir ustalarımız, ilim ve aşk öncülerimiz vardı her mahallede. Hangi kapıdan ya da kapıların ardından çıkıp gelecekler? Yoksa çoktandır içimizdeler de mi biz farkında değiliz. Onları görmemezlikten gelip yoksa kapılarımızı kapatıp sürmelerimizi çektik. Yoksa kendimize yazık mı ettik?
Kapılarımızın kadri kıymetini takdir edip değerini bilemesek de ümit varız. Çünkü her yeni gün umuda ve sevince doğru açılan kapılarımız olduğunu biliyoruz. Ey aşkın kutlu kitabı! İkra ile başlayan sırlı kapılarını ne olur aç bize. Çaresizliğimizi, susuzluğumuzu öksüzlüğümüzü, dağınıklığımızı gider.
Bizim kapılarımız vardı şimdi nerede?