Hadi, şimdi oturup mektup yazalım sizinle. Ne mi lazım? Bir kalem biraz da kağıt.
Nereden çıktı mı mektup yazmak? Yazmıyoruz da ondan.
Eskiden mektup yazardık. Bir heyecan sarardı içimizi.
Kime yazacaklarımız da belliydi. Ya gurbetteki dostlarımıza ya da sevdiklerimize.
Bazen asker mektubu olurdu bu, bazen sevda mektubu.
Her halimizi mektuplara anlatırdık. Uzun uzun yazardık. Kimse bölmezdi kâğıtla konuşmamızı.
Hiç kimse öğretmemişti bize; ama giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini bile yapardık.
Mektup kâğıdıyla sohbet hal hatır sormayla başlardı. Kim varsa sırayla sorulur, iyi olma temennileri iletilirdi.
Sonra kendimizden bahsederdik uzunca, bulunduğumuz yerde olup bitenlerden bahsederdik.
Uzun sürerdi bu kısım, evdeki hayvandan bile bahsedilirdi çünkü.
Daha sonra işin gerçek kısmına gelinirdi; karşı tarafa iletmek istediğimiz duygular. İşte burada söz sanatları kullanılarak birçok şey birkaç cümle ile anlatılırdı.
Bu kısım dantel gibi işlenirdi mektuba. İlla ki bir dörtlük olurdu mektupta. Mani yazılırdı doğaçlama, şiir yazılırdı bir yerlerden alıntı.
Sonra küçük semboller konulurdu. Çiçek resimleri, insan figürleri veya buna benzer öğeler.
Varsa fotoğraf, mektubun arasına sıkıştırıldı. Yoksa hangi çiçeği meşhursa o mevsimin o konulurdu mektubun içine. Bazen bu çiğdem olurdu bazen bir gül.
Sonra zarfta kıymetliydi. Alelade bir zarf olmazdı bu. Kime ve nereye göndereceğimize göre değişirdi. Ona göre rengi olurdu çünkü. Hatta üzerinde resim olan zarflar bile alındığı olurdu.
Sonra özenle katlanır ve zarfın içine yerleştirildi. Zarf sıkı sıkıya kapatılırdı. Ve gideceği yerin adresi yazılırdı ön yüzüne, geri dönme ihtimaline karşı adresimiz yazılırdı arka yüzüne.
Beklemeye başlardık mektubun cevabını. Postacının geçtiği vakitler bizim için ibadet vakitleri gibi olurdu. Bize mektup var mı diye her gün sorardık.
Çoğu zaman bu daha mektubumuz gideceği yere ulaşmadan başlardı. Lakin beklemek güzeldi.
Nerden mi çıktı bu mektup işi. Yazmıyoruz da ondan.
Teknolojik gelişmeler bizi yüz kırk karakterle sınırlandırdı. Beklemekten haz etmez olduk.
Duygularımızı o azıcık karakterle yazmak için çoğu zaman sesli harflerimizi feda ettik.
Nbr, slm, tşkr, AEO gibi birçok yeni kelime girdi hayatımıza. Beklemek ise hayatımızdan uçup gitti.
Oysa milletlerin edebiyatını okumak kadar yazmak da geliştirirdi. Okumadığımız malum, dinlemek daha çok hoşumuza gidiyor.
Peki yazmak. Ben ne yazabilirim diyenlere ipucu vermek içindi mektup. Mektup yazmakla başlayabilirsiniz mesela.
Peki, mektubun edebiyatta ki yeri nedir?
Edebiyatımızda mektup Tanzimat edebiyatı ile gelişmeye başlamıştır.
Bunun en güzel örneği Namık Kemal ve Abdulhak Hamit Tarhan’ın kendi aralarında yazışmalarıdır. Tabi ki bu döneme kadar birçok mektup yazılmıştır.
Özellikle belge olarak kullanılan devlet adamlarının birbirleri arasında yazıştıkları resmi mektuplardır. Günümüzde de siyaset ve devlet adamları mektubu kullanmaktadır.
Edebi mektuplar ile benim tanışmam ise herkesin bildiği Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları’dır. Okumayanların çok şey kaçırdığı düşünüyorum. Tekrar tekrar okuduğum eserlerden biridir.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Ziya’ya Mektuplar”ı ve Mehmet Akif Ersoy’un “Firaklı Nameler – Akif’in Gurbet Mektupları” adlı eserlerde okunması, kütüphanemizde bulunması gereken mektup eserlerden bazıları.
Bu arada Ali Şir Nevai’nin de mektup örnekleri bulunmaktadır. Çağatayça olan bu eserlerin Türkçeye çevrilmiş hallerini kitapevlerinde bulabilirsiniz.
Bence siz de tarihe not düşebilirsiniz.
İlk olarak yapmanız gereken boş bir kağıt, kalem ve tabi ki mektubu gönderecek biri.
Mektubu gönderecek birini bulamazsanız, Gazete İstamonu adresine bana gönderebilirsiniz.
Mektuplarınızı okuyucularla paylaşabiliriz.
Esenle kalın…