Her sene birkaç kez gidiyorum memlekete. Karabük’ü geçip Safranbolu’nun altından o keskin ve sert virajı dönüp arabanın önünü yokuşuna verdin mi, kendimi Kastamonu’nun topraklarında hissediyorum. Oysa daha yetmiş seksen kilometre sonra sınırları içine giriliyor memleketin. Eflani yolunun dar asfalt yollarında, tarlalarda otlayan sığırları görmek, bizim memleketi andırır, çam ağaçları ile süslenmiş ormanların kokusunu hissetmek, belki de keskin ıhlamur kokusunu içime çekme arzusu bana tanıdık geliyor, bize ait hissettiriyor yolları. Yol boyunca birçok köyün içinden geçen karayolu; hala betonlaşmamış samanlıklar, ambarlar, ahırlar ve evleri ile bana hala Anadolu’da yaşamın varlığından söz ettiriyor. Hele ki, Azdavay ve Pınarbaşı; hala aynı kültürü yaşayan kadınlar. Önlükleri, kuşakları, basma elbiseleri, tekkeleri ve çemberleri ile direniyor, çağdaşlık diye adlandırılan zamana. İçinizdeki millet ve vatan kavramları daha bir kavileşiyor. Ecdadım Oğuz’un, Ertuğrul’un emaneti gibi pırıl pırıl bir millet. Konuştukları dilleri, giyindikleri elbiseleri ve sofrada azıkları ile emanet bir millet. Alın terlerini Azdavay’ın temmuz sıcağında helal lokmanın neticesi gibi arka ceplerinden çıkardıkları analarımızın hazırladıkları mendilleri ile silmeleri, her tarlanın baş ucunda duran meyve ağaçlarının dibinde yere çömelerek maşrabalarından su içmeleri, tırpan olmasa da, kadınlarımızın anaduzlarla ekinleri toplamaları masumiyeti ve geçmişin izlerini taşıtıyor insana. Her ne kadar -belki birkaç seneden birkaç seneye- asfaltlanmış yollarda, kamyonların çökerterek oluşturduğu çukurları aşarak varılan köylerinde akmayan muslukların normal karşılanarak çeşme başlarında kovaları doldurmaya çalışan çocukları bana çocukluğumu anımsatıyor. İçten içe sevinsem de geçmişin izlerinin yaşıyor olduğunu görerek, geri kalmışlığına karşı bir yanlarım acıyor.
Ne kadar da iyi geliyor insana. Bildik yerleri yazı tadı ile görselleştirmek. On yıl kadar önce Azdavay’a giderken aldığım seyahat notu bu. Kastamonu’nun her yeri ayrı bir güzel. Gezmek görmek gerek. Lakin vakit yok dünya meşgalelerinden. Vakit olunca da para olmuyor. Ama okumak gezmiş gibi hissettiriyor.
Seyahatnameler bu iş için bulunmaz nimet. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesini çoğumuz biliriz. Çok az da olsa Kastamonu’dan da bahseder Çelebi. Lakin Kastamonu hakkında seyahatnameler azdır. Nahid Sırrı Örik’in “Anadolu’da Yol Notları – Kayseri Kırşehir Kastamonu – Bir Edirne Seyahatnamesi” adlı eserini bilirim. Bir de Ahmet Hamdi’nin yol notlarını. Ancak azdır gezi notları Kastamonu hakkında. Dili kuvvetli yazarlarımız söz etseler keşke memleketimden. Gezdiklerini, gördüklerini aktarsalar gelecek kuşaklara.
Topal Akif hikayemiz kaldığı yerden devam ediyor. Esen kalın.
Akif tanımadığı iki adamın bu sözlerini duyunca daha bir içlendi ve ağlamaya başladı. “Allah sizden razı olsun. Siz olmasanız ben nederin?” diyor hem de iç çeke çeke ağlıyordu.
“Hadi gidiyoruz. Önce röntgen odasına ardından kalacağın odaya gideceğiz. Hüviyetinizi bana verebilecek misiniz?” dedi hemşire. Akif hüviyetini hemşire hanıma verdi. Hemşire hanım sedyeyi yüz seksen derece döndürüp sürmeye başladı. Röntgen odasına doğru Akif sedyede Mehmet ile Muzaffer de arkalarında gittiler.
***
Çok zaman geçmişti. Onca zaman sonra, bacağındaki acının ilk sıcaklığını yaşadığı yerden geçerken, tüm ormanın kendisini çağırdığını hissediyordu. Sanki tüm gelecek hayalleri o ağacın altında ayak bileği ile beraber kalmıştı. Hele ki sevdiceği artık topal birini neden isteyecekti. Araba, yoldaki tozları içeri alıyor, içerisi nefes alınamaz hale geliyordu. Turuncu renkte bıraktığı köyü yeşilin tonlarında selamlıyordu onu. Yeni bir başlangıç için umut veriyordu.
Devamı Haftaya