“Sesimizi çıkartmak lazım
İçinde üç-beş kelime
Nakarata takılmadan
Aynı ses tonu ile
Hep beraber gür bir sesle…”
Bu sözlerle başlamıştı konuşmam. Derneklerin ve sivil toplum kuruluşlarımızın hak ettiğini düşündüğümüz yerde olmadıklarını savunmak adına konuşma yaptığım bir programda. Herkes dinliyordu. Sonra sadece aynı ses tonu ile alkışlıyorlardı. Konuşmamız orada kaldı. Şimdi tatlı bir hatıra… Ne var ki icraat yok.
Olmuyor işte. Bir türlü yırtamıyoruz şu makûs gidişatı. Değişmiyor. Kandırılıyoruz. İçimizdekiler bizleri başka kutsal bildikleri davalar adına kandırıyorlar. Oysa Kastamonulu dediğin kim ki; amcamın oğlu, teyzemin kızı… Bizim köyden filancanın oğlu, falancanın kızı… Aslında hepimiz bir ağacın tomurcuk açan dallarıyız. Ama aynı ağaç olduğumuzu hatırlamamamız için elinden geleni yapıyor “bir” olduğumuzu hatırlatması gereken kişiler.
Bu konuya defalarca değindim. Bir olmamız konusunda çalışmalarda bulundum. Sonunda anlamayı başardım “ben” ile değil “biz” ile olması gerektiğini. Bir sağırlıktır gidiyor. Sesimizi de sözümüzü de yükseltiyor “bir” olalım diye sesleniyoruz. Sonra da kendimize bakıp “Kastamonulular Sağır ve Kör” diyoruz. Daha doğrusu “Bizden bir şey olmaz” diyoruz. Sonra arka arkaya bir sürü kötü misal önümüze geliyor. Ortaya koyduğumuz ne varsa her bir tarafından “Kastamonu’ya sahip çıkanlar” olarak yiyoruz, tüketiyoruz.
Başka bir cümle geliyor aklımıza; “Kastamonu’da yaşayanlar buralardan yapmak istediklerimizi yapmamızı istemiyor.” Kafamızı son hızla giderken duvara çarpmış gibi bir his kaplıyor. Tüm düşüncelerimiz kendi içinde karmaşaya boğuluyor. Bu sefer de orada yaşanan kötü örnekleri önümüze koyuyoruz. Her zaman yaptığımızı tekrar yapıyor, aramızdan üç-beş tane daha “Kastamonu Küskünü” çıkarıyoruz. Ama nedense küskünler gidiyor, başlar kalıyor. Başlar devam ediyor iyi “bir şeyler” yapmaya. Sonra çoğaltıyoruz, dışarıda kalan memleket sevdalılarını.
Belki de almamız gereken kararda gecikiyoruz. Ya da başka bir şey… Sorumlu hissetmiyoruz kendimizi. Kolay olanı seçiyor, herkesi toza bulandırıyor, kendimize toz kondurmuyoruz.
İl, ilçe, kasaba, köy veya ne bileyim içinde Kastamonu veya Kastamonu’ya barındıran ne kadar sivil toplum kuruluşu (STK) varsa, aklını başına alma vakti geldi de geçiyor bile. Durup düşünün diye söylemiyorum. Artık hareket vakti geldi de ondan söylüyorum. Artık bire çeyrek falan da yok. Ya biriz ya da değiliz. Kastamonu hareketini başlatmak için daha neyi bekliyorsunuz. Ne olması gerekiyor. Ya açın önümüzü Küre’den Çatalzeytin’e, Azdavay’dan Tosya’ya… Ya da dikin bayrağı Kastamonu’nun en yüksek noktasına. Öyle vazgeçip kaçmak yok. Sorumlusunuz. Talip olanların talep edenlere karşı sorumlulukları vardır. Bak! Ben iyi bir talebeyim. Talep ediyorum; Kastamonu’ya İstanbul’da hareket getirin.
Selam ve Dua ile…
“Sesimizi çıkartmak lazım
İçinde üç-beş kelime
Nakarata takılmadan
Aynı ses tonu ile
Hep beraber gür bir sesle…”
Bu sözlerle başlamıştı konuşmam. Derneklerin ve sivil toplum kuruluşlarımızın hak ettiğini düşündüğümüz yerde olmadıklarını savunmak adına konuşma yaptığım bir programda. Herkes dinliyordu. Sonra sadece aynı ses tonu ile alkışlıyorlardı. Konuşmamız orada kaldı. Şimdi tatlı bir hatıra… Ne var ki icraat yok.
Olmuyor işte. Bir türlü yırtamıyoruz şu makûs gidişatı. Değişmiyor. Kandırılıyoruz. İçimizdekiler bizleri başka kutsal bildikleri davalar adına kandırıyorlar. Oysa Kastamonulu dediğin kim ki; amcamın oğlu, teyzemin kızı… Bizim köyden filancanın oğlu, falancanın kızı… Aslında hepimiz bir ağacın tomurcuk açan dallarıyız. Ama aynı ağaç olduğumuzu hatırlamamamız için elinden geleni yapıyor “bir” olduğumuzu hatırlatması gereken kişiler.
Bu konuya defalarca değindim. Bir olmamız konusunda çalışmalarda bulundum. Sonunda anlamayı başardım “ben” ile değil “biz” ile olması gerektiğini. Bir sağırlıktır gidiyor. Sesimizi de sözümüzü de yükseltiyor “bir” olalım diye sesleniyoruz. Sonra da kendimize bakıp “Kastamonulular Sağır ve Kör” diyoruz. Daha doğrusu “Bizden bir şey olmaz” diyoruz. Sonra arka arkaya bir sürü kötü misal önümüze geliyor. Ortaya koyduğumuz ne varsa her bir tarafından “Kastamonu’ya sahip çıkanlar” olarak yiyoruz, tüketiyoruz.
Başka bir cümle geliyor aklımıza; “Kastamonu’da yaşayanlar buralardan yapmak istediklerimizi yapmamızı istemiyor.” Kafamızı son hızla giderken duvara çarpmış gibi bir his kaplıyor. Tüm düşüncelerimiz kendi içinde karmaşaya boğuluyor. Bu sefer de orada yaşanan kötü örnekleri önümüze koyuyoruz. Her zaman yaptığımızı tekrar yapıyor, aramızdan üç-beş tane daha “Kastamonu Küskünü” çıkarıyoruz. Ama nedense küskünler gidiyor, başlar kalıyor. Başlar devam ediyor iyi “bir şeyler” yapmaya. Sonra çoğaltıyoruz, dışarıda kalan memleket sevdalılarını.
Belki de almamız gereken kararda gecikiyoruz. Ya da başka bir şey… Sorumlu hissetmiyoruz kendimizi. Kolay olanı seçiyor, herkesi toza bulandırıyor, kendimize toz kondurmuyoruz.
İl, ilçe, kasaba, köy veya ne bileyim içinde Kastamonu veya Kastamonu’ya barındıran ne kadar sivil toplum kuruluşu (STK) varsa, aklını başına alma vakti geldi de geçiyor bile. Durup düşünün diye söylemiyorum. Artık hareket vakti geldi de ondan söylüyorum. Artık bire çeyrek falan da yok. Ya biriz ya da değiliz. Kastamonu hareketini başlatmak için daha neyi bekliyorsunuz. Ne olması gerekiyor. Ya açın önümüzü Küre’den Çatalzeytin’e, Azdavay’dan Tosya’ya… Ya da dikin bayrağı Kastamonu’nun en yüksek noktasına. Öyle vazgeçip kaçmak yok. Sorumlusunuz. Talip olanların talep edenlere karşı sorumlulukları vardır. Bak! Ben iyi bir talebeyim. Talep ediyorum; Kastamonu’ya İstanbul’da hareket getirin.
Selam ve Dua ile…