“Bir varmış bir yokmuş”lu masalları dinlerken ben, hiçbir zaman bir masal olmayı isteyeceğimi düşünmemiştim çocukken. Çünkü ölümün soğukluğu ve bu soğukluğun insanın kanını donduracak derecede yoğun olacağı çocukken gelmiyordu insanın aklına. Ölümlü bir dünyada yaşadığımızı ve hatta ölümün bir yaşının da olmadığını ancak belli bir yaşa gelince anlayabiliyormuşsun. Gençlik yıllarımda okuyup anlamaya çalıştığım Fransız yazar Albert Camus’un “ölüm” kavramına bir anlamda yüklediği “hayatın yegane gerçeğidir” demeye gelen yargısını bugün de bütünüyle kabul etmemekle beraber sanki biraz daha anlayabiliyorum.
Çok sevdiğim, çocukluğumun yan yana, hep birlikte, neşe ve kahkaha ile geçtiği bir arkadaşımın vefat haberini alınca derinden sarsıldım ve bir kez daha anladım ki gerçekler ölümlüydü ve bir anlamda Camus’un dediği gibi ölüm keskin mi keskin bir gerçekti. Bu sebeple de masallar değil insanlardı bir var olan, bir yok olan…
Arkadaşımı düşündüğümde çocukluğum, çocukluğumuzu özgürce yaşadığımız, insanları değil ama insanlığı ve maneviyatı bol olan küçük ve sevimli semtimiz Eyüp düştü aklıma yeniden. Bir varmış bir yokmuş olmasın diye, herkes bir Nebze olsun Eyüp’ü bilsin, tanısın diye yazmak istedim bugün…
Ne güzeldi dedim o günler. Alışveriş yaptığımız sadece bir bakkal vardı. Alışverişler yapılır, yapılan alışverişler, beyaz sakallı, nur yüzlü bakkal amcamız tarafından itina ile deftere yazılırdı. Her ay başı babamız tarafından düzenli olarak yapılan ödemeler ile yazılan sayfaların üzeri çizilir ve yeni alışverişler için yeni bir sayfa açılırdı. Neredeyse her hane sahibine ayrılmış bir cilt olurdu defterinde Hasef Bakkalın.
En büyük derdimiz evlerin musluklarından su akmadığı zamanlarda çeşmede sıra beklemek olsa da, en büyük zevkimiz ise, daha uzak yerlerdeki çeşmelere gitmekti. Belki de tek başımıza en uzak gidebileceğimiz yerler o çeşmelerdi, bir de iki sokak ötedeki okulumuz. Okul arkadaşları ile buluşup evimizin karşısındaki küçük tepecikte Hasef bakkaldan deftere yazdırarak aldığımız küçük lokumları yemenin tadı ise, tarif bile edilemezdi.
Hasta olunca önce köşedeki eczacı amcaya gidilir, derdimiz anlatılır, eczacı amcamız doktora gitmemiz gerektiğine kanaat getirir ise doktora gidilirdi. Her cumartesi ailemiz ve en yakın komşularımızla birlikte Eyüp Sultan ziyaretine gidilir, ziyaret sonrası içinizdeki dileklerin kabul olması arzusu ile cami avlusundaki güvercinlere yem atılır ve bu kadar yorucu aktivitelerin ardından acıkmış olan karınlarımızı doyurmak için Tarihi Eyüp Güveç’cisine gidilirdi. Hele bu güvecin yanında gelen küçük cam şişedeki günlük ayranlar yok muydu? Tatlılarımız genellikle Tarihi Eyüp Tulumbacı’sından alınır, tatlı alınamadığı durumlarda iki pötibör bisküvi arasına lokum koyularak çayın yanında yenilecek nefis tatlılar elde edilirdi.
Sizlerin de bildiği üzere, Eyüp’ün hem delisi hem de velisi meşhurdu. Her Eyüp Sultan ziyaretinde mutlak suretle Eyüp’ün bütün zat-ı muhterem Rahmetli Velileri Ziyaret edilir, kabirlerinde dua okunurdu. Bu ziyaretlerin hemen ardından Oyuncakçılar Çarşısından geçilir ve anne-babadan orada satılan küçük davullardan istenir ve bir sonraki sefere cümleleri duyularak yokuş yukarı eve dönülürdü…
Akşamları komşular bir evde, komşu çocukları bahçede toplanırdı. Komşular bir araya geldiğinde, eş, dost, konu, komşu dertleri sonuna kadar eşelenir ve en sonunda küçük yaramazlardan dert yanılarak nerde o eski günler, nerde bizim çocukluğumuz cümleleri evlerde yankılanırdı. Eski albümler karıştırılır, yeni fotoğraf çektirme zamanı geldi ise tüm aile toplanıp Ailemizin Fotoğrafçısı Foto Münir’e gidilir, geçmişin üstüne bir yenisi daha eklenirdi.
Kalabalık caddeler yoktu. Sokaklarda ise, araba ve korna sesi yerine çocuk kahkaları duyulurdu. Herkes sadece kendisinin değil, komşusunun çocuğuna da göz-kulak olurdu. Sokaklarımızda oynadığımız, üç taş, beş taş, saklambaç ve körebe oyunları ise bütün günümüzü doldururdu.
Eyüp’ü 3-5 cümle ile anlatmakla bitiremezdim. Bu yazım Eyüp’ü ve dostlukları anlatmaya yetmezdi pek tabi. Sadece arkadaşımın üzücü haberi Eyüp’ü ve eski dostlukları bir nebze de olsa yazıya dökmeme vesile oldu bugün. Yazımı sonlandırdığımda ise gözlerimden birkaç damla yaş ve çocuklarıma söyleyeceğim cümleler süzüldü dudaklarımdan bugün “Nerede O eski günler” …