Bu hafta televizyonda yeni bir dizi başlıyor. Osmanlının şatafatlı dönemlerinde sarayda geçen entrikalardan bahsediyor.
Maalesef yazıya bu iki cümle ve başlıkla başladım. Yoksa birçok okuyucunun dikkatini çekmeyecekti bile yazım. “Kitap Okuma Üzerine” diye bir başlık atsam okunma ihtimali daha da azalacaktı. Hatta Hüseyin Karadeniz, okunmayan yazılar yazdığım için köşemi ayda bire indirecekti. Ben de televizyonların yaptığını yaptım, algınızla oynadım.
İnsanın sahip olması gereken en büyük becerilerden birinin de okuduğunu anlayabilmek olduğunu düşünüyorum. Çünkü okuduğunu anlamayanların söyleneni de anlamayacağı kanaatindeyim. Bu minvalden hareketle kitap okuma alışkanlığının kazandırılma yaşının sesle tanışma zamanına kadar indirilmesi gerektiğinin “malumun ilanı olması” olarak bilinmesini arzu ediyorum.
Çocuğun anlamlı ses çıkarma yaşı olan iki yaşında dahi kitabının olması sağlanmalı ki ileriki yıllarda kitap okumak ona zor gelmesin. İki yaşındaki bir çocuğun kitap okumayacağını ve bu söylediğimin saçma olduğunu düşünen insanların dahi olduğunu bilerek söylüyorum; iki yaşında çocuk kitabı olmalı. Okumak her yaşa göre farklı anlaşılmalı. İki yaşındaki bir çocuğun resimli bir kitabın kapağını çevirmesi, her çevirdiğinde gördüğü nesne karşısında gülümsemesi onun okumasıdır. Ancak yirmili yaşlardaki insanların kendini geliştirmek adına kitap okuması tam anlamıyla bir okumadır. Bu gelişme; kültürünü, okuma zevkini, bilimini, ilmini ve mesleğini geliştirme olarak adlandırılabilir.
Bu konuda daha önce birçok yazı yazdım. Okumanın öneminden bahsettim. Hatta ileri giderek yazın bile dedim. Ancak gün geçtikçe internet ve televizyon programlarının etkisiyle okumaktan ziyade -genlerimizdeki dinleme kodu nedeniyle olsa gerek- seyretme ve dinleme alışkanlığı arttı. Bu seyretme ve dinleme genetiğimiz fark edenler televizyon programları üzerinden toplum mühendisliğine bürünmeye başladılar. Televizyon programlarındaki seviyesiz programlar günbegün artarken, dizilerle toplumu şekillendirmeye çalışan televizyon kanalları türemekte. Maalesef bu da insanlara keyif vermekte… Kötü ile iyi birbirine karışmakta. İyi olan bir şeyin içine küçük küçük kötüler serpiştirilerek kötülükler iyi olarak algılatılmaya çalışılmakta. Filmlerdeki kötü karakterlere iyilik yaptırılarak insanların duygularıyla ayarsız bir şekilde oynanmakta… İnterneti sorarsanız, o daha başka bir sorun. İnternetin ne olduğunu dahi bilmeyen ailelerde, çocuklar kontrolsüz şekilde internetin bilgi deryasına balıklamasına dalmakta. Bu havuzun içinde yol kat etmeyi bilmeyen çocuklarımız zaman zaman boğulmakta. Ancak bu deryayı bilmeyen ebeveynler bunu fark edememekte. Oluşan travmalar fiziksel yaralanmalara benzemediğinden ailelerin dikkatini çekememekte. Eczaneden alınacak bir pomat ya da bakkaldan alınacak bir yara bandı ile sarılamayacak kadar büyüyen bu yaralanmalar için bu seferde psikolojik desteğe ihtiyaç duyulmakta. Kendimizin yetiştirmesi gereken çocuklara, televizyonların “süt anneliği” yapması sonucunda beklenmedik çocukların ortaya çıkmasını engellemek için de “okuma” reçetesinin hayata geçirilmesini öneriyorum.
Tüm bunların yasaklanarak önüne geçilemeyeceğini bilecek kadar tecrübe ettim. Ancak bir başka tecrübem ise okuyan, okuduğunu anlayan bireylerin daha az zarar gördüklerini fark etmemdir. Bu bağlamda da okumayı ve okuduğunu anlamayı tüm puanlardan öte, tüm başarılardan daha yukarıda görüyorum. Algılamanın algıya kapılmaktan daha faydalı olduğunu anlatıyorum. Algının da ancak okumaktan geçtiğini söylüyorum.
Selametle…