Hüseyin Karadeniz ile SÜRMANŞET’in Konuğu: Sezai Eyüpoğlu…
Tarih: 6 Şubat 2013 Çarşamba… Yer: Fatih Dersaneleri’nin Şirinevler’deki Genel Müdürlüğü…
Genel yayın yönetmenimiz Hüseyin Karadeniz ile birlikte Genel Müdürlüğün bulunduğu iş merkezinin 5. Katına çıkıp zile bastığımızda kapıyı bir el değil, gülen bir yüz açıyor adeta. İçeriye girip etrafımıza şöyle bir baktığımızda bütün yüzlerde tebessüm, bütün gözlerde yaşam sevinci görüyoruz. Adı Sezai Eyüpoğlu olan insan sevgisinin “bulaşıcı” olduğuna kanaat getiriyor, sekreter hanımın refakatinde genel müdür odasına doğru yol alıyoruz…
Sezai Eyüpoğlu, Devrekâni Örenbaşı Köyü doğumlu bir Kastamonulu…
Bütün güzel şeyleri bünyesinde toplamış; tecrübeyle insan sevgisini harmanlamış bir gönül adamı, hayatını adadığı öğretme sevdası yaşam biçimine dönüşmüş bir idealist.
Sora sora Bağdat bulunur misali; sorgulaya sorgulaya doğru söylemi, doğru eylemi bulmuş; bulduğu doğruya sıkı sıkıya sarılmış, sıra dışı bir eğitimci.
Hayata dair her güzel sevdaya yüreğinde yer açan Eyüpoğlu; yıllar boyu sosyal, sportif ve sanatsal faaliyetlerde yer almış bir aktivist, kendi deyimiyle “sihirli kelimeler” den oluşturduğu yüzlerce şiirin sahibi bir şair.
***
“Nenemden çok şey öğrendim”
Elbette eğitim dünyasının tanınan ve başarıları herkes tarafından kabul gören bir isim, hatta bize göre bir markasınız. Ancak tüm bunların yanı sıra Kastamonulu olmanızdan dolayı hemşerilerinizin gözünde başarılarıyla gurur duyulan, varlığıyla övünülen ender kişilerden de birisiniz… Çocukluğunuzdan başlayarak özel ve mesleki hayatınızı bizimle paylaşır mısınız?
Öncelikle ifade etmeliyim ki, kendimi vay be! Ne idim, ne oldum şeklinde tanımlamıyorum. Aslında fıtratım gereği çok ön planda olmak, her yerde görünmek beni çok da huzurlu eden bir şey değildir. İlk gençlik yıllarımda tek idealim öğretmen olmaktı. Çünkü hayattaki en değerli varlık, yaratılmışların en şereflisi insandır. Malzemeniz insan olur ve o insanda bir şeyleri değiştirebilirseniz bundan daha büyük bir mutluluk olamaz diye düşünürdüm ve fıtratım da buna uygundu.
Biraz daha gerilere gidersek okul ve meslek seçiminde her çocuğun kaderi olan büyüklerinin hayalini gerçekleştirme sürecini bende yaşadım. Bizim ülkemizin gerçeğidir bu; sizin fıtratınıza, ilginize, becerinize, idealinize uygun olup olmadığına bakılmaksızın sizin adınıza okul ve meslek seçimi yapılır. Geleneksel bir durumdur bu…
Rahmetli nenem (babaannesi) benim doktor olmamı isterdi. Yeri gelmişken rahmetle yâd ettiğim nenemden söz etmeden geçemeyeceğim. Bir söz vardır ya hani; ‘senin aynada göremediğini duvarda görürüm’ diye… Benim nenem bana göre birçok insanın aynada göremediğini duvarda görendi… Ümmi (okur-yazar olmayan) nenem, belki birçok öğretmenimden, profesörlerden alamadığım dersleri aldığım, hayatımda önemli bir yer tutan insandır. Ondan çok şey örendiğimi düşünüyorum. Onun hayalinde benim doktor olmam vardı; ‘benim oğlum doktor olacak, bana bakacak’ derdi. Ben de onu kırmamak için ‘tamam nene ben doktor olacağım’ derdim.
“Meğer beni kan tutarmış”
Doktor olmanız istenir, beklenirken ne oldu da öğretmenliğe yöneldiniz?
Ortaokula gidiyorum… Bir gün oynarken parmağıma tahta parçasından kıymık battı. Parmağımdan akan kanı görünce kendimden geçmiş, bayılmışım. Meğer beni kan tutarmış. Sonra kendi kendime dedim ki; ‘ben nasıl doktor olacağım, (gülerek) ameliyat yapmam gerekecek, beni kan tutacak, hasta sedyede kalacak.’
Zaten doktorluk bana çok cazip gelen bir meslek değildi. O yıllarda bir başka sorun da, bizleri gerçek manada yönlendirecek, hangi mesleğe uygun olduğumuz konusunda yol gösterecek bilgi ve birikime sahip büyüklerimizin olmamasıydı. Oysa meslek seçimi insanın tüm hayatını kapsayan bir karardır. Ailenizden fazla zaman geçireceğiniz mesleğiniz sevdiğiniz, haz aldığınız bir alan olmalı. Aksi halde hem siz mutsuz olursunuz, hem de çevrenizdeki insanları mutsuz edersiniz. O süreçten geçerken her çocuk gibi ben de bir kimlik bunalımı yaşadım.
Bu anlattıklarınız Devrekâni’de geçiyor olmalı…
Evet, ilkokulu ve ortaokulun ikinci sınıfına kadar Devrekâni’de, son sınıfı Avcılar İnsa Lisesi’nde okudum.
İstanbul’a adaptasyonda zorluk yaşadınız mı?
Hayır, öncesinde İstanbul’a ara sıra gelip gittiğimden önemli bir zorluk yaşamadım.
Lise serüveniniz nasıl gelişti?
Benim okumadığım lise kalmadı desem yeridir. Sadece ticaret lisesinde okumadım, orada da öğretmenlik yaptım. Ama okuduğum her okul bana hayata dair önemli şeyler katmıştır. O yıllarda yapılan lise giriş sınavında babamın kendi mesleğini sürdürmemi arzulamasından dolayı tek tercih olarak torna tesviye bölümünü yazdım. Çocuk aklımla sandım ki bu meslek mühendislik ötesi bir meslek. Bilirsiniz, insanlar hayallerine çocukları üzerinden ulaşmaya çalışır.
Çok yüksek bir puanla kazandığım Avcılar Endüstri Meslek Lisesi’nin Torna Tesviye Bölümü’ne girdim. Orada puanımın yüksek olduğunu gören yöneticiler benim torna tesviyeye girmemi garipsediler. İlk başlarda bana çok zevkli, heyecanlı ve eğlenceli geldi atölye çalışmalarında bulunmak. Eğe yapıyorsunuz, torna tesviye makinesinin aynasına anahtarı takıyorsunuz, arkadaşlardan biri düğmeye basıyor, anahtar aynanın üzerinde unutulursa anahtar havada uçuyor, herkes yere yatıyor falan… Maceralı, heyecanlı bir uğraş olarak gördüm ilk başlarda.
Bir süre sonra sorgulamaya başladım; ‘ben bu mesleği mi yapmak istiyorum, bu iş benim fıtratıma uygun mu?’ diye.
Ama neticede ataerkil bir aileye sahibiz ve babamın karşısına geçip, ‘ben bu okulda okumak istemiyorum, tornacı olmak istemiyorum, üniversiteye gitmek istiyorum’ demeye de zorlandım açıkçası.
O zamanlar inşaat yapıyoruz… Düşünün lise çağlarında müteahhitlik yapıyorum. Benim hayata adapte olmamı, pişmemi sağlayan önemli bir dönemdir. Kalfamızın oğlu İsmail ağabey vardı ki; hayatımın dönüm noktasıdır… İsmail ağabey üniversitede okuyor ve ben ona üniversite okumak istediğimi anlattım. Babam yurtdışından izne gelmişti, bir gün İsmail ağabey babama benim okuduğum okulda mutlu olmadığımı, üniversiteye gitmek istediğimi söylemiş, babam da ‘nasıl istiyorsa öyle yapsın’ demiş. Bunun üzerine ben torna tesviyeyi bırakıp düz liseye geçtim.
Bando takımında majör, tiyatroda başrol oyuncusu…
Lise yıllarında nasıl bir öğrenciydiniz?
Lise yılları benim hayatımda önemli yıllardı. Bütün sosyal aktivitelere katılırdım. Gazete çıkarılıyorsa ben varım, bandoda majör, tiyatroda başrol oyuncusu… Diğer yandan kimlik bunalımını, gelecek kaygısını üzerimden henüz atamadığım yıllardı.
Henüz ne olacağıma karar verememişim… Bir gün tarih öğretmenime; ‘hocam ben ne olmak istediğimi bilmiyorum, siz benim öğretmenimsiniz, beni tanıyorsunuz, kişilik olarak hangi mesleğe uygunum, sizce ne olmalıyım?’ diye sordum. Muzip bir ifadeyle bana, ‘git çöpçü ol’ dedi ve arkasını dönüp giderken birden geriye döndü ve ‘ne olacaksan ol, en iyisini ol’ dedi. Hayatımda aldığım en önemli derslerden biridir bu.
Aldığınız bu dersten sonra mı öğretmen olmaya karar verdiniz?
Evet. Ben zaten okul hayatını, okulda olmayı seviyordum. Öğrenci olarak belirli bir zaman kalabileceğim okul hayatını sürdürmek için öğretmen olmalıydım. O günün akabinde karar vermiştim öğretmen olacaktım…
Ve üniversite yıllarınız…
Liseyi bitirdikten sonra Niğde Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazandım. Üniversite ikinci sınıfa devam ederken özel bir eğitim kurumunda müdür yardımcısı olarak idarecilik yaptım. Kurum içerisinde öğrenimini 8. yıla uzatmış öğrenciler vardı, ben 2. sınıfta onların idareciliğini yapıyordum. O süreç bana ‘medenilere galebe ikna iledir’ (Medeni, modern insanlara üstünlük kurmak, onu ikna etmekle mümkündür) sözünün doğruluğunu öğretmiştir. Sizden yaşça büyük olan insanları ikna etmek için onları söylemleriniz ve tavırlarınızla ikna etmeniz, kendinizi kabul ettirmeniz gerekir. Aslında benim idarecilik serüvenimin başlangıcı da sayabiliriz o yılları. 1.5 yıl kadar süren o süreç verimli ve tecrübe sahibi olmamı sağladıysa da saçlarımın erken beyazlamasına da yol açmıştır. Gerçi saçların erken beyazlaması bizde genetiktir ama babamın saçları kırklı yaşlarda beyazlamışken, benim daha o yıllarda saçlarıma ak düşmüştü.
Eyüpoğlu’nun öğretmenlikte yaşadığı ilk şok!
Öğretmenliğe ilk nerede başladınız?
Üniversiteyi bitirdikten sonra İstanbul’da özel bir koleje öğretmen olarak girmeyi düşünüyordum. Bazı sebeplerden dolayı kolej işi olmadı. Ben yıllardır kurduğum hayali gerçekleştirmek; bir an önce öğretmenliğe başlamak istiyordum. Başlarda pek düşünmediğim Milli Eğitim liselerinden birinde, bir Kasım ayında tarih öğretmeni olarak işe başladım. Öğrencilerin dersi öğretmen yokluğundan iki ay boş geçmiş… Göreve başlayacağım günün gecesi ideallerimi gerçekleştirebileceğim, yıllardır beklediğim şeye kavuşmanın büyük heyecanı içinde hiç uyumadım. Sabaha kadar ilk gün vereceğim derse sanki bütün dünya insanlarına konferans verecekmiş gibi hazırlandım.
Göreve başladığım ilk gün ‘burada yılların öğretmenleri var, bunlardan neler öğrenebilirim’ diye düşünürken hayal kırıklığıyla karşı karşıya kaldım; öğretmen zilini duyup toparlandığımda en tecrübelilerden görünen bir öğretmen ağabey, ‘hayırdır hoca ne bu acele’ dedi. ‘Öğretmenler zili çaldı sınıfa gidiyorum’ dediğimde; ‘zil daha yeni çaldı, panik yapma bu kadar, şimdiden hızlı başlarsan sonu gelmez bu işin’ dedi. Orada ilk şokumu yaşamıştım. Eminim ki onlar da ilk başladıklarında idealist düşüncelerle başlamıştı mesleğe. Sistem onları bu hale getirmiş olmalıydı. Ben öğretmenliği öyle bir yapmalıydım ki; insanların hayatlarını değiştirmeliydim.
Onlardan farklı olarak siz neler yaptınız?
Öğretme heyecanıyla dört elle sarıldığım mesleğimin derslerden arta kalan boş zamanlarını değerlendirmek ve öğrencilerime daha çok şey öğretmek, onları hayata daha donanımlı hazırlamak istiyordum. Bu düşüncelerle okul müdürüne, üniversiteye hazırlanmak isteyen ama dersaneye gidecek maddi durumu olmayan öğrencileri kendi branşımda hazırlamak istediğimi söyledim. Mevzuat hazretlerinin geciktirdiği uzunca bir süreden sonra gerekli izin çıktı ve cumartesi günleri öğrencilere ders vermeye başladım. Kısa süre sonra 9 sınıfa ders verir duruma gelmiştim. Ben diğer öğretmenlerden de destek gelmesini beklerken, bir gün okul müdürü benden etraftan gelen eleştiriler nedeniyle bu işi bir süre askıya almamız gerektiğini söyledi. Benim için yeni bir şoktu bu… Yaşadığım bu olay beni ‘öğretmenlik buysa, ben de diğerleri gibi olacaksam bu işi yapmamalıyım diye düşünmeye sevk etmişti. Ardından ‘ama senin fıtratını biliyorum boş duramazsın 18 Mart Çanakkale Zaferi programı bizim okulumuzda yapılacak, gel bu işi sen organize et.’
Bunun üzerine bir şiirden 3 perdelik oyun yazdım. Oyunu sahnelediğimizde en katı kalpliler bile hüngür hüngür ağladı. Oyun daha sonra o kadar çok talep gördü ki İstanbul’un birçok ilçesinde onlarca okulda sahneledik.
“Öğretmenlik benim için yaşam biçimi, hayat felsefesidir”
Nedir sizce öğretmenlik, kimdir öğretmen?
Öğretmenliği ben bir meslek olarak görmüyorum aslında; yapılan işin karşılığında para kazanılan bir meşgale değildir bana göre öğretmenlik. Öğretmen toplumda suçlu arayamaz, bahane üretemez. Aynanın karşısına geçip ‘bu sürecin oluşmasında benim katkım, payım nedir?’ diye kendisini sorgulaması gereken kişidir öğretmen. Öğretmenlik bir yaşam biçimi, hayat felsefesidir.
Konferans için davet edildiğim bir üniversitede söze şu cümleyle başlamıştım: “Eğer insanların dertleriyle derlenmeyi sevmiyorsanız, eğer fıtratınızda insanların mutluluğuyla mutlu olmak yoksa n’olur, Allah aşkına öğretmen olmayın! Eğer gerçekten bu özelliklere sahipseniz mutlaka öğretmen olun. Yok, sırf parası için, sunduğu imkânlar için öğretmen olmak istiyorsanız ben size çok daha fazla kazanabileceğiniz onlarca iş öneririm.”
Sezai Eyüpoğlu: “İnsanların samimiyeti gözbebeklerinde gizlidir”
“Öğrenci Mehmet’in büyük değişimi”
Sezai hocam, özel hayatınız ve hobilerinizle ilgili de sorularımız olacak ama sizin bir Öğrenci Mehmet hikâyeniz var; bir öğrencinin hayatını değiştirdiğiniz… Kısaca anlatır mısınız?
Prensip olarak tüm öğrencilerimin hayatlarını olumlu yönde değiştirebilme gayretindeydim. Zamanla girdiğim sınıflardaki birçok öğrencimde bir şeylerin değiştiğini de gözlemliyordum. Ancak Mehmet adındaki bir öğrencimde ilerleme göremiyor, üzülüyordum. Mehmet kekemeydi, kilo problemi vardı, içine kapanık bir çocuktu. Yaptığım bir program dâhilinde öğrencilerin evlerini de ziyaret etmeye başlayınca Mehmet’in bir apartmanın bodrum katında ailesiyle birlikte zor şartlar altında yaşadığını görmüştüm. Artık uykularımı kaçıran bir Mehmet vardı…
Mehmet’in kendine güven duyması için sözünü ettiğim tiyatro oyununda ona bir rol verdim. Mehmet o oyunda düşman askerlerinin baskın yaptığı bir köyün dili tutulan muhtarını; bir bakıma kendisini oynadı, gayet de başarılıydı. Mehmet artık eski Mehmet değildi. Kendine güvenen, pozitif düşünen, derslerde sürekli parmak kaldıran, ders notları sürekli yükselen bir Mehmet oldu. Sanki Mehmet’in dili çözüldü. Orada yaptığımız tek şey yaptığımız işi dert etmekti.
Mehmet’in vefası…
Derken okullar tatil oldu ve 17 Ağustos depremi (1999) yaşandı. Avcılar’da ikamet ediyorum… Depremin şokuyla gece yarısı kendimizi dışarı atmış, çadır kurmaya falan çalışırken bir sesle irkildim: ‘Ö… Öğr… Öğretmenim’ diye bağırarak bana doğru koşan Mehmet’ti. Büyük bir sevgi gösterisiyle boynuma sarılmıştı. Oysa Mehmet benim sadece Avcılar’da, sahil tarafında oturduğumu biliyor, açık adresimi bilmiyordu. Sokak sokak beni aramış ve bulmuştu. Bu kadar da vefalıydı Mehmet. Yaşadığım bu duygunun hazzını hangi servet, hangi makam verebilir ki…
Mehmet şimdi nerede, ne yapıyor?
Mehmet okudu, muhasebe bölümünü bitirdi. Şimdi muhasebe öğretmenliği yapıyor. Sürekli arayıp halimi hatırımı sorar…
“İnsanlara özel olduklarını hissettirmeliyiz”
Fatih Dersanelerine geçiş süreciniz nasıl gelişti?
Öğretmenliği çok sevmeme rağmen sözünü ettiğim olumsuzluklardan dolayı devam edip etmeme konusunda kararsızlık yaşıyordum. Bu arada babam yurda kesin dönüş yapmıştı ve birlikte inşaat yapmamızı öneriyordu. Bense o sıralar askerlik görevimi yapmayı düşünüyordum. Kısacası gel-gitler yaşadığım bir dönemdi.
Bir gün daha önce Fatih Dersaneleri’nde daha önce çalışmış öğretmen arkadaşım Bülent beyle hesapta onun eşyalarını almak için genel müdürlüğe gelmiştik. Meğerse Bülent hoca benim haberim olmadan dersane yönetimine beni önermiş. Yapılan görüşmelerden sonra öğretmen olarak başladığım kurumda bir süre sonra şube müdürlüğü önerildi. Ben öğretmenliği çok sevdiğim için önceleri bu teklife sıcak bakmadım ama sonunda çevremin de bunun benim için daha doğru olacağını, daha kapsamlı hizmet edebileceğimi telkin etmesiyle kabul ederek önce Gaziosmanpaşa şube müdürlüğüne, daha sonra da genel müdürlüğe getirildim.
(Gülümseyerek) Bir çay içer döneriz diye geldiğimiz kurumda hala çay içmeye devam ediyoruz.
Yöneticilikte uyguladığınız özel prensipler var mı?
Şunu söyleyebilirim; ben kurum içinde koridorda bir yerden geçiyorsam, geçiş güzergâhımda çalışanlarımızdan birileri varsa, benim geçişim onların yüz ifadesini değiştirmemeli, somurtkan, sahte bir ciddiyete büründürmemeli. Aramızda olumsuz bir hadise yaşanmış bile olsa ben oradan geçiyorsam orada tebessüm edilmeli. Ben insanların samimiyetini gözbebeklerinin içinde bulmaya çalışırım, insanların tebessümüyle mutlu oluyorum. Bunun için özel bir gayret sarf etmem. Sevileyim, takdir göreyim gibi bir çabam yoktur, olduğum gibiyimdir.
İnsanlarla iletişim kurmak aslında göründüğü kadar zor değildir. Ekonomik olarak bir şey yapamasanız bile bazen bir insana selam vermek, hatırını sormak, sırtını sıvazlamak bile onun kendini özel hissetmesini sağlar. O insanın hayatında çok şeyi değiştirir. İnsanın 14-15 yaşına kadar kişiliği, 20’li yaşlarda da karakteri şekilleniyor.
Sosyal ve dost canlısı oluşunuzu neye borçlusunuz?
Evet, sosyal bir insanım, yerinde duramayan bir insanım. Bunun nedenlerinde biri ailenin tek çocuğu oluşum, başka kardeşim olmaması olabilir. Çocukken de, ilk gençlik yıllarımda da böyleydim. Bir anda bütün arkadaşlarımı toplayıp eve gelebilirim. Hatta annem babam bazen bu yönümden şikayetçi olmuşlardır. Arkadaş düşkünüyümdür, arkadaşlarımın dertleriyle dertlenirim, çözümler üretmeye çalışırım. Bunların hepsinin kişiliğimin oluşmasında etki ettiğini düşünüyorum. Tabii ailenin yönlendirmesi de çok önemlidir.
“Bir keresinde bizim şube müdürlerimizden Eşref Bey’in annesinin cenazesi için Çorum’un bir köyüne gitmiştik. Orada ‘köyün delisi’ muamelesi yapılan bir şahıs vardı; orta yaş üstü, herkesin laf attığı, dalga geçtiği… Bir süre sonra bu kişi benim dikkatimi çekmeye başladı, gözlemlemeye başladım. Öyle laflar ediyordu ki, acaba ‘deli’mi, ‘veli’mi demeye başladım.
Derken kılınan cenaze namazı sonrası cenazeyi kabristana götürürken bir hendekten geçiliyordu ve bir sendeleme meydana geldi ve arkadan asasıyla gelen (sözde) köyün delisinin kurduğu cümle şuydu; ‘Evladım, tutuyormuş gibi yapmayın, tutun. Yok, tutmayacaksanız, bırakın tutanlar tutsun.’ Birkaç kişi arkasını dönüp, ‘deli yine boş boş konuşuyorsun’ anlamında bir şeyler söyledi. Ben dondum kaldım. Belki birçok profesörden almadığım dersleri çıkardım bu sözden. Hemen telefonuma yazdım. Daha da ötesi beynime yazdım. O ortamda hemen her makamdan yöneticiler, akademisyenler vardı belki ama benim üstadım orada o sözünü ettiğim ‘köyün delisi’ idi. Yaşadığımız olayları iyi gözlemleyip dersler çıkarabilmek, farklılıkları yakalayabilmek çok önemli diye düşünüyorum.”
“Şiirler sihirli kelimelerin bir araya gelmesinden oluşur”
Dışarıdan bakılınca yorucu, sizin ifadenize göre keyifli profesyonel iş hayatınız dışında sizin Radyo-TV programcılığı, yazarlık ve şair yönleriniz var… Biraz da bu uğraşlarınızdan söz edelim ne dersiniz?
Sizin de bildiğiniz gibi farklı radyo ve TV kanallarında programlar icra ettim. Bunlardan bir kısmı eğitimle ilgili, bir kısmıysa sohbet-şiir tarzı programlardı. Başta Kanal 24’te yaptığımız “Eğitim Atölyesi” olmak üzere farklı TV ve Radyo kanallarında eğitim içerikli programların yanı sıra talep üzerine sanat camiasının ünlü isimlerini ağırladığım programlar da icra ettik.
Birlikte yaptığımız TV programlarında şiirlerinizle yakından tanışmış bir şiir sever olarak güzel şiirleriniz olduğunu biliyoruz… Şiir nedir sizce?
Sihirli kelimelerin bir araya gelmesidir şiir. Kendimi dinleme, kendimle muhabbet ettiğim bir alan. Şiir yazarken dinlendiğimi hissediyorum.
Şimdiye kadar kaç şiir yazdınız?
Üniversite yıllarında yazdığım şiirler 2-3 ajandayı doldurmuştu, ancak büyük bir talihsizlik sonucu bir taşınma esnasında nakliye şirketi içinde şiirlerimin olduğu koliyi kaybetti.
Tam sayısını bilmiyorum ama ondan sonraki süreçte yazdığım şiirlerde her halde bir kitabı dolduracak sayıya ulaşmıştır.
Şiirlerinizi kitap haline getirmeyi düşünüyor musunuz?
İnşallah… Zaman bulursam şiirlerimi bir kitapta toplamayı düşünüyorum.
Sporla aranız nasıl?
Uzun yıllardır dalıyorum. Tek yıldız bröveyim, uluslararası sertifikam var.
Kaç metreye kadar daldınız?
Dalış sporu çok zevkli bir spor…30 küsur metreye kadar daldım ama oradaki ölçü kaç metreye kadar daldığınızdeğil. Orada farklı bir dünya var. Birlikte daldığınız ekip arkadaşınızla daha önce tanışmıyor olsanız bile birbirinizi düşünmek zorundasınız. Sürekli birbirinizi gözlemlemek zorundasınız; birbirinizden sorumlusunuz. Diyelim ki sizin veya birlikte daldığınız arkadaşınızın tüpü bitti; çimlenme deniyor ona; sırayla birer nefes çekerek hayatta kalıyorsunuz, ya da bir aksilik durumunda birisi diğerini alıp birlikte yukarıya çıkılıyor.
Mesele sadece dalma aktivitesi değil, o aktivitenin işleyişinden ve aşağıdaki hayattan; canlı-cansız her türlü deniz ürününden çıkarımlarda bulunmak, olayın arka planını keşfetmek.
Başka hangi sporları yaptınız?
Uzun yıllar Taekwondo sporu yaptım. (Gülerek) aslında vahşi bir adam değilim. 17 yaşındaydım, yıldızlarda Türkiye Şampiyonası’na katılacaktım, hocalarımın dediğine göre tek favori adaydım. Ama kısmet değilmiş, tabanlarım düştü katılamadım. Ara verdikten sonra üniversite tahsili falan derken devam edemedim. Ben dövüş sporlarına da farklı açılardan bakmaya çalışırım. Karşınızdaki rakibe vuruyorsunuz ama dostsunuz. Asıl üstünlük rakibi dövmek değil, kendinizi savunmak, karşınızdakine yaptığı şeyin doğru olmadığını anlatmak vb. gibi tarifi zor çıkarımlarda bulunmak.
Geçen yaz yamaç paraşütü yaptım, çok zevkli, muhteşem bir duygu. Adrenalini yüksek bir spor.
“İnsanın memleketini inkâr etmesi aslını inkâr etmesi demektir”
Kastamonu ve Kastamonululuk sizin için ne ifade ediyor?
Ortaokulun 2. sınıfından sonra İstanbul’a gelince 1-2 yıl Kastamonu’ya gidememiştim. Sonrasında ilk gidişimde bir traktörün arkasında ilçeden köyüme doğru ilerlerken etrafı seyre daldım. Şöyle bir manzara vardı: Baraj var, barajın üstünde köy, köyün üstünde orman var. Yani bir doğal manzara tablosuyla karşı karşıyayım. Ama benim bu manzarayı fark etmem için bir süre o manzaradan uzak kalmam gerekiyormuş. Aslında biz adeta bir cennette yaşıyormuşuz.
Bir defa Kastamonu’nun kendine has, teknolojinin bozamadığı,- inşallah da bozamayacağı- doğal bir güzelliği var. Bedensel ve karakteristik özelliklerimiz o topraklarda şekillendi. Oraların özelliklerini taşıyoruz.
Kastamonu’ya hangi sıklıkla gidiyorsunuz?
Memleketimi çok seviyorum. Yaz tatili için başka bir yere gitmiş de olsam her yıl mutlaka bir haftalığına da olsa gider, oranın havasını teneffüs etmekten, oralarla ilişkilerimi sürdürmekten büyük haz alırım. Ülkemizin gitmediğim çok az yeri kalmıştır. Dünyada birçok yer gördüm ama Kastamonu’nun bendeki yeri apayrıdır. Memleketimizin bize kattıklarını inkâr etmek aslımızı inkâr etmek olur.
Sizin Kastamonulu olmanız çevrenizde nasıl etki buluyor?
Kastamonuluyum dediğimde etrafımdaki insanların yüzünde hep güveni ifade eden bir tebessüm görmüşümdür. Kastamonuluların güvenilir insanlar olduğu söylenegelmiştir. Mesela çevremdeki insanların ‘Kastamonu’dan vatan haini çıkmaz’ sözü benim için gurur ve onur vesilesidir.
Hemen burada size yaşadığım bir olayı anlatayım: Şirinevler şubemizde çalışan, anam dediğim, 60’lı yaşlarında bir ablamız var. Kızının Kastamonulu bir talibi var ve istemeye geliyorlar. Bu ablamız onlara diyor ki; ‘bizim genel müdürümüz Kastamonulu, madem siz de Kastamonulusunuz, sizden zarar gelmez.’ Ve kızını veriyor. Tek gerekçe benim Kastamonulu olmam…
Bir gün ideallerinizin tümünü gerçekleştirdikten sonra Kastamonu’ya kesin dönüş yapmayı düşünür müsünüz?
(Yüzünde belki de göç sorunun verdiği anlamlı bir tebessümle) Her Kastamonulu göçmendir ve göçmen kuşlar bir gün mutlaka geri döner.
Hiç kızmaz, sinirlenmez gibi bir imajınız var… Sizi ne kızdırır, sinirlendirir?
Yalan söylenmesine, samimiyetsizliğe kızarım. Kolay kolay sinirlenmem ama tahammülümün çok zorlanması durumunda tavrımın değiştiği olmuştur. Bir keresinde bir çiçek firması yetkilisinin tutarsız davranışlar ve yalan dolanla bize çiçek satma konusundaki ısrarlı tutumu karşısında kendimi kaybetmiştim. Etrafımdaki insanlar beni zor sakinleştirmişti.
“Önemli olan bulunduğunuz makamın hakkını verebilmektir”
Hızlı gelişen bir başarı grafiğine sahipsiniz… Bu süreci hangi görevle, hangi makamla taçlandırmayı düşünürsünüz, siyasete girmek gibi bir hedefiniz, arzunuz var mı?
Önemli olan bulunduğunuz makamların hakkını verebilmektir. Şimdiye kadar siyasi partilerden birçok teklif aldım. Önümüzdeki süreç ne getirir bilemem, fıtrat olarak siyasetin hizmet alanına çok uzak olmadığımı düşünüyorum.
Son olarak gazetemiz hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Gazetenizle yeni tanışıyorum. İçerik olarak dolu, mizanpaj ve görsel olarak güzel bir gazete. Özellikle ismini çok manidar buldum. Önemli bir eksiği giderme çabasında olduğunuzu görüyor, kalıcı olmanızı temenni ediyorum. Ayrıca söyleşi için de teşekkür ediyor, sizin aracılığınızla okurlarınıza ve tüm hemşerilerime sevgilerimi sunuyorum.
Biz de misafirperverliğiniz ve bu sıcak söyleşi için teşekkür ediyor, başarılarınızın devamını diliyoruz.
10 Soru 10 Cevap
Öğretmek?
Öğretmen.
İlim?
Kendini bilmek.
Realite?
Gerçek.
Güven?
Her şey.
Şiir?
Hissiyat.
Tecrübe?
Hayat.
Sır, sırdaş?
Çok zor
Dost?
Hava ve su kadar ihtiyaç.
İdealiniz ne?
Doğru ve mutlu bir nesil yetiştirmek.
Sezai Eyüpoğlu kimdir?
1973 yılında Kastamonu’nun Devrekâni ilçesine bağlı Örenbaşı Köyü’nde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulun ilk iki sınıfını Devrekâni’de, son sınıfı İstanbul Avcılar’daki İnsa Lisesi’nde okudu. Sınavla girdiği Avcılar Endüstri Meslek Lisesi’nin Torna Tesviye bölümünden bir süre sonra düz liseye geçiş yaptı. Niğde Üniversitesi tarih bölümünden mezun oldu. MEB’e bağlı bir ticaret lisesinde başladığı öğretmenlik hayatına Fatih Dersaneleri’nde devam etti.
Daha sonra bu kurumun GOP şube müdürlüğü görevinde bulunan Eyüpoğlu, 2003 yılında Fatih Dersaneleri Genel Müdürlüğü’ne getirildi ve halen bu görevi sürdürüyor. Sezai Eyüpoğlu evli, Rümeysa, ve Mirzahan adında iki çocuk babasıdır.
Bu yazı içeriğinin tüm hakları www.istamonu.com ve GAZETE İSTAMONU’ya aittir. İzinsiz yayınlayanlar hakkında hukuki işlem başlatılacaktır.