Hüseyin Karadeniz ile SÜRMANŞET’in Konuğu: Mustafa Safran…
2 Şubat Pazar günü Kastamonulu mülki idare amirlerinin bir araya geldiği toplantı taslak halindeyken ilk onu aradım… Programa moderatör olmasını istediğimde; katılmaktan onur duyacağını söyleyerek bizleri fazlasıyla mutlu etmişti. Yaklaşık 2 yıldır gıyaben tanıştığımız Safran hocamızla bu kez yüz yüze geldik, havaalanından çıkar çıkmaz ziyaret ettiği ofisimizde koyu bir sohbete tutulduk…
Sohbet ilerledikçe de safran bitkisi misali soğuk kışlara karşı koyan yapısına şahit olduk. Safran bitkisi güçlü ve doğrudan güneş ışığını ne kadar severse, gölgede kalmaktan da o kadar hoşlanmaz diye bilinir. Mustafa Safran’da atılmak istense de kuytu köşelere fıtratından olsa gerek kendi ağırlığının 100 bin katı renk vermiş çevresine…
Zor şartlarda, memleket hasretiyle geçen 45 yılın kısa bir analizini yaparken, sizler için ses kayıt cihazımızın record düğmesine basıyoruz. SÜRMANŞET’in bu haftaki konuğu Kastamonulu olmasından büyük gurur duyduğumuz ve böylesi değerleri gördüğümüzde “ölmediğimizi hissettiğimiz” bir büyüğümüz Prof. Dr. Sayın Mustafa Safran…
45 yıldır ayrı olduğunuz baba ocağı Kastamonu, size ne ifade ediyor?
Ne kadar uzun süreli dışarıda olursan ol, eğer gerçekten yetiştiğin kültür senin damarlarına işlemişse; makam, mevki, ekonomik güç bu memleketten kopartamıyor. Köyümden 10 yaşında ayrıldım. O kadar çok memleket kültürü, sevgisi almışız ki; 55 yaşındayım,45 sene uzakta olmama rağmen memleket sevgisinden ve hasretinden hiçbir şey kaybetmemişiz. Bizim dikkatimiz Kastamonu’ya odaklanıyor.
Kastamonu Üniversitesi Rektörlüğü için 1997 yılında 15 oy almanıza rağmen, 2 oy alan Bahri Gökçebay dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından rektörlüğe
atandı. Ahmet Necdet Sezer’e kırgın mısınız?
O dönemde birçok kişi mahkemede hakkımı aramam gerektiğini söyledi. Hayatımda hiç kimseyle bireysel ya da hukuki olarak uğraşmadım. Bu olayda da sessizliğimi korudum. Çok hırsla bir şeylerin peşinde koşmanın doğru olduğuna inanmıyorum. Sayın Sezer’le cenaze vesilesiyle bir araya geldik. Beni gördüğündeki yüzündeki pişmanlık duygusunu hissettim.
2011 yılında Ankara Gazi Üniversitesi’nde dekan olarak görev yaptığınız sırada, Kastamonu Üniversitesi’ne 3 ay süreyle rektör olarak atandınız. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belki de telafi etmek istediler. Ancak 1997 yılında ilk rektör olarak atanmış olsaydım, gömleğin ilk düğmesini ben iliklemiş olacaktım. 2011 yılında gittiğimde gömleğin düğmesi yanlış iliklenmişti. Yine de ben o tahribatları ortadan kaldırabilmek için çok uğraştım.
Rektör olarak kalmanızın üniversiteye ne gibi avantajları olurdu?
Kastamonu’da idareci olarak yetişmek başka, Ankara’daki bütün yapıyı tanıyıp Kastamonu’ya gitmek başka. Çevrem belki de üniversiteyi daha etkin hale getirecekti. Örneğin; ihale komisyonunda Kastamonulu bir hemşerimiz var. Dosyada herhangi bir eksiklik olduğunda prosedürler devreye girer ve işin bitiş süreci uzar, uzman beklenir. Ama orada olan çevremizi kullanıp eksiğimizi takip noktasında devreye sokarak süreci hızlandırabiliriz. 3 aylık rektörlük dönemimde ihale kurumunda kitlenmiş, 25 milyon değerinde 3 tane ihaleyi çıkarmıştım. Birde şöyle avantajımız olacaktı; Türkiye’nin seçme insanlarından oluşan 100’ün üzerinde öğretim üyesi benimle birlikte üniversitede görev alacaktı.
Baba ocağında bir üniversite ile Ankara’daki üniversitede görev yapmak arasındaki manevi haz farkı nedir?
Çok farklı bir duygu. İyi bir şekilde yetişmiş, bilgi ve birikim olarak alacağınızı almışsınız. Böyle bir tecrübeyle memleketinizde yeni kurulan bir üniversiteye geleceksiniz. Anneniz, babanız, akrabanız, arkadaşınız, çocuklukta gördüğünüz her şey bu memleketten. Bu şu demektir: Ankara’da da ağaç dikiyorum sulayan insan çok. Ama Kastamonu’da böyle değil, orada ağaç diktiğim zaman onun sahibi benim. Birde bizim insanımızın takdir yönü de var. Memleketin insanı itibarsa itibar, saygı ise saygıyı hak edene veriyor. Ölmediğini görüyorsun. Öyle ya da böyle insanın onuru, gururu var. Bu duygular sizi biraz daha motive ediyor.
Tarih alanında önemli çalışmalarınız var…21. yüzyılda tarih insanlara ne söylüyor?
Tarih herkese bir şey söyler. İktidara da, insana da, devletlere de söyler. Tarihin söylemediği, söyleyemediği hiçbir şey yok. Tarihin muhatabı değilim diye bir şey de yok. 21. yüzyılın 14. yılında tarih topluma farklı şeyler söylüyor; kendiniz olun, kendiniz kalın. Kendin olabiliyorsan, kendin kalabiliyorsan 21. yüzyılda varsın. Globalleşme ile birlikte o öz değerleri tutamıyorsan süpürülüp gidersin.
“Çözüm sürecinin denenmesinden yanayım”
Çözüm sürecine ve bu süreçle gündeme gelen kimlik ve vatandaşlık kavramlarına bakışınız nedir?
Türkiye’nin 1982-1983 yılından buyana kanayan yarasıdır terör. Türkiye’ye gerçekten maddi ve manevi hasarları olmuştur. Öyle ki, can ve mal kayıplarının yanı sıra birçok boğaz köprüsü, yeraltı treni, hastane, yol gibi asli sorunlarımızın kaynakları heba edilmiş. Burada siyasi iktidar benim anladığım kadarıyla bu gidişatı değiştirmek istiyor. 30 yıldır alınan tedbirlerin, bu terörü durdurmadığı kanaatinde. Sıkıyönetim ilan edilmiş, doğuda koruyuculuk yapılmış, binlerce askeri yığmışız; asker için ne yapılması gerekiyorsa yapılmış, sonuç alınamamış. Bunun yanına sosyal tedbirlerde eklemişler bundan da netice alınamamış.
Farklı bir yol izlenmeli, öyle mi?
Burada başka bir strateji uygulayalım. Çözüm süreci, açılım gibi bir takım isimler verildi. Ben sade vatandaş olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı kırmızı çizgileriolması gerektiğini düşünüyorum. Olmazsa olmazları, taviz vermeyeceği ve geri adım atamayacağı bir hat… Bu hat sabit tutulmak koşuluyla adına her ne deniyorsa denenmesinden yanayım.
Türkiye, bayrağı ve toprağıyla bir bütündür. Bu toprak bütünlüğü benim üzerinde durduğum kırmızı çizgidir. Türkiye Cumhuriyeti’ni omurga yapısının dışında hiçbir yapıyla kabul etmeden bunu denemekte fayda var. Bunun olabileceğine ya da olmayabileceğine yüzde 100 bir işaret yok. Tamam, çözüm süreci amacına ulaştı diyebileceğimiz bir noktada değiliz. Siyasiler de bugün bu noktada değil. Denenmesinde fayda var. Biz denemeleri yapmazsak hiçbir doğruyu bulamayacağız. Bu anlamda ben siyasi iktidara biraz avans verilmesinden yanayım. Ancak göz göre göre olmayacağını bilerek üstüne gidildiği durumda itiraz edilmeli.
Andımızı okumamak Atatürk’e hakaret midir?
Hakaret olarak görmüyorum. Çocukluğumdan beri karda, kışta ayazda yağmurda okuduk; ‘Türküm, Doğruyum, Çalışkanım’ diyerek. Ancak bütün bu duyguları çocuklarımıza verebilmenin ve hissettirebilmenin birçok yolu var. Bu bir anttır. Ama illa sabahtan akşama kadar okunsun, her sabah okunsun diye takıntılı olmamamız lazım. Öncelikle bu değerlere biz inanacağız. Tehlikeli olan Türk’ün doğru olduğuna, çalışkan olduğuna, vatanını milletini sevdiğine dair olan diğer kanalları kapatmak. Şekilcilikten çıkmamız lazım.
Türk milleti olarak birbirimize dokunmada zafiyetimiz olduğunu düşünüyor musunuz?
O zafiyet bizi bu noktalara getirdi. Apartmanda bulunan çoğu kişi komşusunu tanımıyor artık. Yolda yürürken yanlışlıkla birine çarpsanız, bakışlar sertleşiyor. Aynı takımı tutan Kastamonulu ve Vanlı taraftar takımı gol atınca hesapsızca kucaklaşıyor. Ön yargılarımızı kırmamız gerekiyor. Yeter ki insanlık değerimiz ortak olsun. Ozaman kimse birbirine ters gözle bakmaz
İstanbul’la Kastamonu’yu kıyasladığınızda neler söyleyebilirsiniz?
Kastamonu yatırım anlamında hak ettiği değeri göremedi. O anlamda biz yavru kaldık. İstanbul’la aramızdaki vilayetler bağımızın kopmasına sebep oldu. Tarihimiz, coğrafyamız ayrıldı. İstanbul’a göç eden insanlarımız iş-güç insanı olarak kaldı. Hani ‘Aramızda sıra dağlar’ diye bir şarkı varya, araya Düzce, Kocaeli, Karabük girdi ve biz İstanbul’a çok uzak kaldık.
İstanbul farklı bir şehir… İslam dünyasının eşsiz şehri diyebiliriz. Medeniyet, kültür, ticaret ve birçok özellikte yaratmış Allah. Biz İstanbul’a layık olabiliyor muyuz onu sorgulamak lazım. Kastamonu’muz da tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla, insanıyla ve karakteri itibariyle Türkiye’nin müstesna şehirlerinden biri. Maalesef Kastamonu’nun kendisi de insanı da olması gereken yerde değil.
Kendi sorunlarınızı nasıl çözüme kavuşturursunuz?
Sorunlardan kaçamazsınız, muhakkak çözmek zorundasınız. Ben 10 yaşımda yatılı okula gittim. Ceketimin düğmesi kopunca onu dikmek zorundaydım. O düğmenin nasıl dikildiği bir kez gösterilir. İkinci defa kimse yardımcı olmaz. Hayata da hep böyle baktık. Bir sorunum olduğunda birilerini bekleyerek, yardım alayım düşüncesinde olmadım. Bütün kapasitemi kullanarak o sorunu çözmek benim görevim.
Yatılı okumakta zorlandınız mı? Küçük bir çocuk özlemez mi evini?
Bizim zamanımızda basamaklı ranza yoktu. Benim ranzam yukardaydı, ağabeyler bana ceza verirdi. Boyumda yetişmiyordu tırmana tırmana çıkıyordum. Ayrılık düşünecek zaman yok; devamlı ders çalışıyorduk. Dakika dakika, saat saat halletmen gereken engeller var. Çoğu kez memleketten ayrılırken ağlamaya, gelirken de sevinmeye zaman bulmadık.
Çocuklarınızı nasıl bir ortamda yetiştirdiniz?
İki oğlum var; biri 23 diğeri 30 yaşında. İkisi de eğitimini devlet okullarından aldı. Eşim ve ben onlara sermaye olarak iyi bir eğitim verebildik ancak. Benim hayatımda hiç oyuncağım olmadı ama çocuklarıma güzel imkânlar sunabilmek için çalışma hayatım boyunca mücadele ettim.
Onlara da sürekli çocuklarını yetiştirdikleri ortamın kendi yaşadıklarından daha güzel olmasını nasihat ederim. Çocuğunuz resimlere baktığında kendisinde olmayan bir şeyi görürse mutsuz olur. O yüzden gelecek nesil bir adım olmak zorunda.
Öğrencilerinizin hangi davranışı sergilemesine kızarsınız?
Kapasitesi olduğu halde kullanmayan öğrencim beni çileden çıkarır. En kızdığım şey budur. Düpedüz sorumsuzluk. 30 sene birinin yanında çalışana da kızarım. Hayata atılmaya cesareti olmadığı için.
İSTAMONU Gazetesi’ni nasıl buluyorsunuz?
Milli mücadeledeki Açıksöz, yokluk içinde sermayesiz. Hemşerilerimiz muhakkak destek olmalı. Biz eğer tepeden tırnağa varlığımız, söylemlerimiz, gücümüz, etkimiz bir yerlere ulaşsın, bir şeyler yapılsın istiyorsak şu küçücük mecra bile onlar için bir sestir. Bu vasıta ile birçok kişi söyleyeceğini söyleyebilir. Burası bir mikrofon, burası bir ses, burası bir kulak, burası bir ağız görevi yapıyor. Birlikteliğin temelleri böyle şeylerle atılır. Bir adresimizin olması lazım. Bir sesimizin olması lazım. Benim hemşerilerimin birliktelik ruhu bunun oluşturacağı sinerjiyi fark edemedi. Milyonlara ulaşmış bir sayıyız. Şehrin 16’da 1 nüfusuna sahibiz ama binde bir tesirimiz yok. Bu imkânı bulmuşsun İstanbul’da kaç tane yerel gazete çıkıyor şu an Kastamonu adına İstamonu’dan başka. Sevinçte, kederde her şeyde ortak değil miyiz? O anlamda biraz kendimize gelmemiz lazım.
10 Soru-10 Cevap