Murat Güven ile Derin Diyaloğun Konuğu: Hafız Celal Yılmaz…
Röportör: Murat GÜVEN
Mevlidhanlık, gazelhanlık ve mersiyehanlık İslam dünyasında yüzyıllardır devam eden gelenekler. Bir medeniyetin duygularını musikiyle yoğurup devam ettiren bu gelenek, neredeyse unutuldu. Popüler kültürün etkisi ile farklılaşan müzik tercihleri, İslam coğrafyasında zenginleşip gelişen bu damarı yavaş yavaş kurutuyor. Bir zamanlar çok önemli bir yere sahip olan cami musikisi ise artık din görevlileri tarafından bile tam anlamıyla bilinmiyor. Bu geleneği ayakta tutmaya çalışan az sayıdaki ustadan biri de meşhur Sebilci Hüseyin Efendi’nin hayattaki son talebesi Hafız Celal Yılmaz.
Beşyüzevler’de bulunan Çatalzeytin Yukarısökü Derneği lokalinde Mevlid Programı vesilesiyle bir araya geliyoruz Hafız Celal Yılmaz hocamızla. Dostumuz, gazetemiz genel yayın yönetmeni Hüseyin Karadeniz’in merhume annesi Ayşe teyzemizin vefatının 40. gününe takabül eden bu mübarek gecede…
Kendisiyle daha önceden tanışmışlığımız, TV ve diğer bazı programlarda aynı atmosferi yaşamış, aynı havayı teneffüs etmişliğimiz var.
Her karşılaşmamızda onu tanımanın manevi hayatımıza bahşedilmiş bir şans olduğunu düşünmekten alamıyoruz doğrusu kendimizi.
Birazdan başlayacak mevlid programında yürek dağlayan içli sesinden dinleyeceğimiz Kur’an-ı Kerim tilaveti, mevlid-i şeriften örnekler, kaside, mersiye ve ilahilerin benliğimizi saran heyacanıyla, vakit kaybetmeden röportajımıza başlıyoruz…
“Bir nesil dinini mevlidle öğrendi”
Mevlid nedir, dinde yeri var mıdır?
Bu soruyu bana geçen gün verdiğim bir röportajda da sordular; biz toplum olarak dinimizi ve Peygamber efendimizi Süleyman Çelebi Hazretlerinin Mevlid-i şerifinde tanıdık. Okulda yok, ailede yok. Nereden öğrenecekti yeni nesiller dinini, peygamberini? Peygamberimizin vasfını, ana-babasını, hanımlarını, hayatını hep bu mevlid sayesinde öğrendiler. Mevlid, Süleyman Çelebi Hazretlerinin Efendimizin hayatını hem de yanındaymışçasına etkileyici şekilde anlatmasıdır kısaca.
Ama Kur’anın bir parçası olmadığının altını çizmek lazım değil mi hocam?
Elbette. Kur’anın önüne hiçbir şey geçemez. Hiçbir güç hiçbir lisan, yazılı görsel hiç bir belge Kur’anla bağdaşmaz ve emsal gösterilemez.
Hocam siz medrese çıkışlısınız ve günümüzde sizin yetiştiğiniz yerlerle devletin okullarından (İmam Hatip, İlahiyat) yetişen hocalar kıyaslanır durumda. Aradaki fark nedir?
Yorum farkı var.
Nereden kaynaklanıyor bu fark?
Aslında İlahiyat çıkışlı çoğu hoca bizimle aynı fikirdedir. Kur’an da yazan kelimeler aynıdır. Mesela örtünme dendi mi, omuz mu örtülür baş mı örtülür? Bu belirsizliği ortadan kaldırmak için sağa sola yalpalama yapmaya ne gerek var. Söylersiniz açıkça
Size bir hatıramı nakledeyim; Çok meşhur bir ailenin kızı beni aradı, ‘Hocam ben hacca gideceğim ama geldiğimde başımı açarsam çocuğum ölür ya da sakat kalırmış bu doğru mu?’ diye sordu.
Böyle bir şey söylemek ne kadar acayip. Olacak iş mi bu? ‘Evvela haccını yap, daha sonra kapanırsın’ dedim. Hacca gidilip bu görev yerine getirilir. Bu hanım kızımızı bu şekilde yönlendiren kişiler de var.
“Kadınların kapanması Allah’ın kesin hükmüdür”
Kadınların saçın görünen her teli için cehennemde yanacağı şeklinde fetva veren hocalar var, bununla ilgili neler söylersiniz?
Bunlar mübalağalı şeyler. Bir saç teliyle diğerinin ne farkı vardır? Allah (c.c.) kadına da erkeğe de kıyafetler belirlemiş. Kadın kendini bilecek, yapmam gerekiyor ama yapamıyorum diyebilecek.
Umreden gelirken sosyete bir bayan; ‘Celal hocam seni çok seviyorum ama bir türlü bu söylentilerden aklımı alamıyorum, örtünmeyle ilgili gerçekten bir ayet var mı?’ diye sordu.
(Müstehzi bir ifadeyle gülümseyerek) ‘Valla hanımefendi, bize inen Kur’anda böyle bir ayet var, sizinkini bilemiyorum’ dedim.
Bu konuda tartışmaya gerek yok yoruma açık değil. Allah’ın kesin hükmü, ama yapamıyorsan cehennem gireceksin diye bir kural yok. Bunları yapması gerektiğini bilmeli ama çeşitli sebeplerden, okuduğu okul veya çalıştığı işyerinin kurallarından dolayı bu hükme uyamıyorsa ama Allah’a, Resulullah’a ve Kur’ana inandım diyorsa kişi Müslümandır. Ama Kur’anda yer alan Allah’ın hükümlerini inkar etmek çok tehlikelidir, dinden çıkarır.
İşlenen günahlardan, kötü amellerden Allah’a sığınmak gerekir mi diyorsunuz?
Evet. ‘Ben yapmak istiyorum ama yapamıyorum, şartlar buna müsait değil’ dersen olur. ‘Bu çağda başını örtmek te neyin nesi’ dersen bu inkârdır, küfre götürür.
TV ve çeşitli mecralarda dini yanlış yorumlayan, kendisini din alimi olarak tanıtan kişiler var. Maalesef toplum olarak din konusundaki cehaletimizden faydalanılıyor ve bazı kişiler tarafından sözünü ettiğimiz sözde hocalara inanılıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben onların da bilerek yaptıklarına inanmıyorum. Birilerin baskısıyla yapıyorlar. Yani bugün ortaya çıkıp ta konuşanlar basit insanlar değil. Kendilerini oldukça geliştirmiş, ilim-irfan sahibi olmuş insanlar. Dinin zedelenmesini, parçalanmasını isteyen güçler tarafından kullanılıyorlar.
Din inanışıyla geleneğin birbirine karışması konusu var bir de; hava kararınca tırnak kesilmez, Cuma Namazı vakti ev süpürülmez gibi.
Bunlar saptırılmış şeylerdir. Bazı şeyler yanlış biliniyor, yanlış aktarılıyor. Taşıma suyla değirmen dönmez. Kur’an açıktır, nettir. Biz dini Peygamber efendimizden öğrendik. Kur’anın dili Allahça’dır. En iyi tefsiri de Hz. Peygamber yapmıştır. Bazı arkadaşlar Peygamber efendimizi devreden çıkarmaya çalışıyorlar. Bu sakat düşüncenin gerçekleşmesi durumunda ortada ne Kur’an kalır, ne İslamiyet.
“Sebilci Hüseyin Efendi, benim tasavvuf hocamdır”
Hüseyin Sebilci kimdir, sizin hayatınızdaki yeri ve önemi nedir?
Sebilci Hüseyin Efendi Seyyiddir. (Hz. Hüseyin’in soyundan) Benim tasavvuf hocamdır.
Sebilci Hüseyin Efendi’nin yaşayan son talebesi, o ekolün son temsilcisisiniz. Bu durumun yükünüzü ve sorumluluğunuzu ağırlaştırdığınızı düşünüyor musunuz?
Doğrudur, aslında bu durum bize bir sorumluluk yüklüyor. Yıllar evvel Bursa Ulu Cami’de Kur’an okuyorum, adamın biri sordu bana; ‘sen Sebilci’yi tanıyor musun?’ ‘Hocam olur dedim. Kıraat tavrınız O kadar çok benziyor ki şaşırdım’ dedi. Birkaç yıl evvel de CRR (Cemal Reşit Rey)’de rahmetli hocam Sebilci’nin bant kaydındaki sesiyle düet yaptım, o kadar senkronize bir icra ortaya çıktı ki hiç kimse inanmadı iki ayrı ses olduğuna. Hocamdan sonra mersiyehanlık bize kaldı.
Müzik sizin için ne ifade eder, nasıl tanımlarsınız?
Musiki ruha hitap eder. Kur’an’ın sesle süslenmesini emir buyurur Efendimiz. Musiki, Hazreti Adem’den beri vardır. Ninem, bana hicaz makamından ninni söylerdi. Bunlar kulağıma işlemişti. Çocukken rüzgârın, yaprakların musikisini dinler, hislenirdim. Hayat musikisiz olmaz. Güzel bir sözle, güzel bir sesle, güzel bir vecheyle aktarılan şeyler çok daha kalıcı oluyor. Bu işin aslı muhabbettir. Ben eski dergâhlardan yetişme insanlara, eski zâkirbaşılara yetiştim. Şimdi zevk-i selim sahibi insan kalmadı. Ben, yıllarca sabah ezanını, tekkede uyumadan okuduğumu bilirim. Bu insanlar işine, okula gitmez mi? Herkes kalkar, uyumadan işine gider. Bu nasıl bir zevk, nasıl bir şevktir?
Hakikaten tekke müziğini en iyi bilen tasavvuf icracısısınız. Piyasada yapılan yanlışları düzeltme gelecek nesillere doğruları gösterip örnek bırakma adına bir albüm çıkarmayı düşünüyor musunuz?
Bir albüm yapmam için arkadaşlar çok ısrar ediyor. Musikiye has tavırların doğru olarak duyulması, bilinmesi için benden albüm yapmamı istiyorlar. Fakat şu anda toplum pop tipi ilahi müziğine alışmış. Arabesk müziğin, pop müziğin üzerine ‘ilahi’ giydirme yapılmış. Şimdi ben bunların arasına tekke musikisini, tasavvuf musikisini sokarsam musikiye haksızlık etmiş olurum. Hata etmiş olurum. Çünkü kimse bu müziği dinlemeyi bilmiyor. Bunların arasında heder olup gitmesine gönlüm razı değil. Fakat gerçekten bu musikiye gönül veren gençler görürsem onlar için bir şeyler yapabilirim.”
“Tasavvuf musikîsi yozlaştırıldı”
Günümüz tasavvuf musikisi icracılarını nasıl buluyorsunuz?
Düdükle ney arasındaki farkı bilmeyen insanlar, bugün tasavvuf musikisi yapıyor. Önüne gelen, tasavvuf musikisi grubu kuruyor. Bunların hiçbiri tekke musikisi değildir. Türkünün bestesine sözleri giydirip buna tasavvuf musikisi diyorlar. Musikiyi bırakın, okudukları güfteyi de bilmiyorlar. ‘Kurban olam şah-ı resul’ diye okuyor. Şah-ı rusüldür, cemi’dir. Mevlid’de ‘sen ki’ yerine ‘Sanki mirac eyleyip ettin mirac’ diyor. Sanki mirac ettin ne demek? Bu küfürdür. ‘Merhaba bülbül-i bâgî cemal’ diyor. Bâgî, şâkî demek; bağı, yani cennet bahçesi. Bir gün yanlış yapan birine söyledim. “Celal Hocam sen olmasaydın kızardım.” dedi. Ben olsaydım elini öperdim. “Ayet değil, hadis değil.” dedi. Ayet, hadis değil, ama bir ayet meali, bir hadis meali. Toplum da bunları bilmiyor. Bugün cenazede cenaze musikisi icra etsen, bunlar ne yapıyor derler.
İslam Dini’nin müziğe yaklaşımı nasıldır?
İslam her şeyin güzelini tavsiye ettiği gibi bu konuda da en iyisini ister. Yapılacak musikinin insan ruhuna hitap ve tesir etmesini, güzel sonuçlar ortaya çıkarmasını öğütler. Bazıları bir cami musikisi olmadığını söylüyor. Bu tamamen yanlış. Öyle yozlaşmışız ki; cami musikisi denince sadece Mevlid akla geliyor. Gerçi Mevlid’i bile doğru dürüst okuyan yok. Eskiden cemaat namazda okunan makamdan hangi rekatın kılındığını anlarmış. Bu kültürden uzaklaştık. Masal gibi geliyor böyle şeyler artık.
“Ezan okudukça dua aldığımı düşünürüm”
Kur’an ve hafızlık hocalarınız kimlerdi?
Mudurnu’da Hafız Hakkı Hazretleri ilk hocalarımdandı. Sonrasında Hacı Mehmet Efendi adındaki bir zat 1952 yılında beni İstanbul’a getirerek Kur’anı Gönenli Mehmet efendi Hazretlerinden, kıraat derslerini Hafız Hasan Akkuş hocamdan aldım.
1965’te evlendim. İlk resmi görev yerim Beylerbeyi İskele Camiidir. Burada 1,5 yıl görev yaptıktan sonra Kasımpaşa Merkez Camii’ndeki görevime başladım. 27 yıl sonra yaklaşık 30 yıllık memuriyetten sonra emekli oldum.
Meslek hayatınız boyunca hep müezzin olarak mı görev yaptınız?
Evet. Ben ezan okumayı çok seviyorum, ezan okuduğum zaman dua aldığımı düşünüyorum. Kasımpaşa’da görev yaparken o yıllarda Ali Rıza Demircan hocanın babasının yaptırdığı camide de fahri olarak müezzinlik yapıyordum, hoparlör yoktu. Minareden çıplak sesle okuduğum sabah ezanlarını halk pencereleri açarak dinlerdi. Yaşlı, yatalak bir zat vardı. Bir gün beni çağırtmış, gittik tabii. Orada bulunanlara beni göstererek; ‘bu kişi Hz. Bilal’in (Bilal-i Habeşi) akrabasıdır, ona sahip çıkın’ demişti. Yine bir keresinde Azerbaycan’dayım bir camide iç ezanı okudum. Ezandan sonra genç bir hanım geldi yanıma ve yarım yamalak Türkçesiyle bu söylediğiniz şey nedir diye sordu. Ezan dedim. Nasıl bir şey bu, ben her dinin ayinlerini gördüm musikisini dinledim ama böyle bir şey ilk defa duyuyorum, içim yandı dedi.
Tüm bu yaşananlar beni ezana daha bir bağladı. Ayrıca mevlidhanlık görevimde vardı. Mesleğimi hep severek yaptım, bin defa doğsam yine bu mesleği seçerdim.
“Kastamonu’yu iyi bilirim, Kastamonulu kadim dostlarım var”
Biraz da Kastamonu’dan söz edelim istiyoruz; bu akşam olduğu gibi birçok organizasyonda ve dost meclisinde Kastamonulularla birliktesiniz. Kastamonu’ya sık sık gidiyor, Kastamonulular tarafından seviliyorsunuz. Kastamonu sizin için ne ifade ediyor?
Kastamonu deyince Anadolu’nun başşehri akla gelir ilk. Ben Boluluyum. Eskiden Kastamonu ilinin Bolu sancak beyliği denirdi. Kastamonu’ya bağlıydık yani. Hemşeriyiz her şeyden önce. Geleneklerimiz, söylemlerimiz hemen hemen aynıdır. 20 senedir İnebolu Evrenye, Abana, Bozkurt, Çatalzeytin, Taşköprü, İhsangazi, Azdavay, Seydiler, Ağlı, Devrekâni… Hemen her ilçesine giderim ve orada kurduğum dostluklarım var.
Mesela her sene Seydiler’e Hacı Sadık Özkan’ın yaptırdığı kız Kur’an kursundaki Hafızlık Cemiyeti’ne katılırım; bu sene de katıldım.
Hacı Sadık efendinin orada gerçekten abide-i hizmetleri var. Fakat bu yıl yaşlanmış gördüm. Ama oğlu Şerafettin Özkan Bey, ‘babam yaşlansa da bizim geleneklerimiz devam eder’ diyerek bize yakınlık gösterdi.
Kastamonu’yu iyi kendi memleketim gibi görür ve o denli yakından bilirim. Çok yakın dostlarım vardır.
Oralara hangi program çerçevesinde gidiyordunuz?
Hizmet götürme amacıyla gittik. Evrenye derneği kurulmazdan evvel ‘Evrenye Pilav Günü’ diye her sene Temmuz, Ağustos ayı içinde bir gün tayin edilirdi ve gidilirdi. Evrenye merkez kabul edilirdi o zamanlar ve biz Abana, Çatalzeytin Bozkurt’ta ziyaretlerde bulunurduk.
Size bir anımı anlatayım; Çatalzeytinli merhum Şevket Demir eski kadim dostumdu. Her gidişimde ’30 tane balık aldım, beraber yiyeceğiz’ derdi. Tabii bir balık bile zor biterdi ama gönlü genişti. Bir defasında gidemedim davetine. Bana; ’30 tane balık ayırdım, gelmedin’ dedi. ‘Parasını vereyim’ dedim, kabul etmedi, küstü. Böyle samimi, içten dostluklarımız oldu.
Hocam bu özel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz.
Ben de sizlere teşekkür ediyor, okurlarınıza ve tüm Kastamonululara selamlarımı sunuyorum.
Bu yazı içeriğinin tüm hakları www.istamonu.com ve GAZETE İSTAMONU’ya aittir. İzinsiz yayınlayanlar hakkında hukuki işlem başlatılacaktır.