Murat Güven ile Sürmanşet’in Konuğu: Latif Çilingiroğlu…
Röportör:Murat GÜVEN
Söz konusu İstanbul’daki Kastamonu Sivil Toplumculuğu olduğunda ilk akla gelen kuruluş Kas-Der’dir kuşkusuz… 1985 yılında kurulan derneğin 32’si İstanbul’da biri Kastamonu merkezde olmak üzere 33 şubesi ve toplam 50 bin üyesi bulunuyor. İstanbul gibi devasa bir kentte bu ölçüde şubeleşmiş başka bir STK örneği yok.
Geçtiğimiz Haziran ayında 16. Olağan Kongresini yapan Kas-Der, Kastamonu camiasının ismi üzerinde mutabakat sağladığı ortak adayı Latif Çilingiroğlu’nu oybirliğiyle genel başkanlığa getirdi. Alışılagelmiş bir dernekçi profiline sahip olmayan bir isim Çilingiroğlu. Bürokrasiden, 38 yıllık üst düzey memuriyet hayatından geliyor. Dernekler içinde barınan hizipçilik, gruplaşma, fraksiyon oluşumu gibi terimlere yabancı. Tek derdim var diyor; “Kastamonu bütünlüğü.” Genel başkanlığa gelir gelmez başlattığı “Birleşme Açılımı” Kastamonu basınında geniş yankı bulan Çilingiroğlu, “Kastamonu derneklerinin tek çatı altında toplanması konusunda azimli ve kararlıyım, eğer bunu başaramazsam görevi bırakırım” diyecek kadar da cesur bir söylemin sahibi. Haksızlığın ve adaletsizliğin karşısında dimdik ayakta duran son dönem Donkişot’u Latif Çilingiroğlu ile gerçekleştirdiğimiz röportajın ilk bölümü başlıyor…
“Talip olmadım, ikna edildim”
Murat Güven: Sayın Çilingiroğlu, öncelikle yeni göreviniz hayırlı olsun. Kas-Der genel başkanlığınıza ilişkin merak edilenleri ve 38 yıllık memuriyet hayatınızı konuşacağımız söyleşi talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz.
38 yılı bilfiil çalışarak geçirdiniz ve emekli oldunuz… Artık kendinize ve ailenize zaman ayırabileceğiniz bir rahatlığa kavuşmuşken dernek başkanı olma fikri nasıl doğdu? O süreci anlatır mısınız?
Latif Çilingiroğlu: Söyleşi talebinizden dolayı ben teşekkür ederim, hoş geldiniz. Belirtmeliyim ki, hayatım boyunca hiçbir göreve talip olmadığım gibi, Kas-Der genel başkanlığına da talip olmadım. Zaten dernekçilik benim bildiğim bir alan değildir. Ben devler memurluğundan geliyorum kural-kaide benim geldiğim yerin olmazsa olmazıdır. Ama görüyorum ki, dernekçilikte büyük bir başıboşluk, kuralsızlık, adamsendecilik hâkim. Dediğim gibi; Kas-Der genel başkanlığına talip olmadım, aday gösterildim. Kastamonu camiasının hatırı sayılır, kanaat önderi isimleri ‘Latif ağabey sen bu derneğin genel başkanı olmalısın, Kastamonuluların sana ihtiyacı var’ teklifiyle geldiler. Önceleri kabul etmedim, bilmediğim bir alandı. Üstelik ailem de emekliliğin tadını çıkarmamı, kendimi yormamamı istiyordu. Ancak memleket sevgimin de ağır basmasıyla ısrarlara dayanamadım ve kabul ettim.
Siyasi partilerde zaman zaman “Ağabey” dönemleri olur. Bir geçiş sürecinde çoğunluk tarafından kabul gören isim etrafında toplanılır. DYP’de İsmet Sezgin, CHP’de Hikmet Çetin bu duruma örnek gösterilebilir. Verdiğimiz örnekle bağlantı kurabilir miyiz? Kas-Der’i bir geçiş sürecinde mi yönetiyorsunuz?
Evet… Bir geçiş sürecidir bu… Kastamonu derneklerini bir araya getirme, aynı çatı altında toplama süreci… Kastamonu dernekçiliğinin sürekliliği ve aktif olması için, amacına uygun hareket edilmesi için elzemdir, mutlaka gerçekleştirilmelidir.
“Birleşmeyi sağlayamazsam genel başkanlığı bırakırım”
Sayın başkan, geçtiğimiz hafta basına verdiğiniz mülakatta, ‘Bu birleşmeyi sağlamak için buradayım, sağlayamazsam bırakırım’ dediniz. Bunda kararlı mısınız?
Evet karalıyım. Mademki bir misyonu yerine getirmek için buradayım, mademki, Latif Çilingiroğlu ismine duyulan bir saygı var, bunun gereğini yerine getirmek lazım. Bunun gereği ya başarmaktır ya da başaramadıysak bırakmak.
3 aya yakın bir zamandır Kas-Der genel başkanısınız. Dernekçilikle ilgili neler gözlemlediniz?
Dernekçiliğin, özellikle de Kastamonu dernekçiliğinin bilinçsizce yapıldığını, bazı kişilerin (görevinin bilincinde olanları tenzih ederim) Kastamonu adını kendine çıkar sağlama amaçlı kullandığını gözlemledim. Tabela ve kartvizit dernekçiliğinin had safhaya ulaştığını, asıl amaçtan uzaklaşıldığını gözlemledim.
Nasıl bir yönetim kurulu oluşturdunuz? Hangi kriterleri gözettiniz? Onlarla aynı paralelde misiniz?
Yönetim kurulu üyelerimiz yetişmiş, iş sahibi, hayata karşı kendine özgü duruşları olan arkadaşlarımız. Tek kriterimiz var; Kastamonu’yu gerçek anlamda sevmek. Yönetim kurulumuzda yer alan isimler arasında avukat, doktor, bankacı, emekli subay gibi farklı alanlardan isimler yer alıyor. Elbette hepimiz aynı düşünce doğrultusunda hareket ediyoruz. Bu bir ekip işidir, ekibimle birlikte zorlukların üstesinden gelerek başarıya ulaşacağımızı düşünüyorum.
Sizin Kastamonu kültürüyle ilgili hassasiyetlerinizi biliyoruz. Sizin bakış açınızla nedir Kastamonu kültürü?
Latif Çilingiroğlu: Kültür meselesi çok önemli. Bir şey tutturmuşlar Kastamonu kültürü diye. Nedir kültür? Kültür; okumakla olmaz. Yaşamak gerekir. Bir yörenin kültürünü yaşamakla öğrenirsiniz, okumakla değil. Okumakla bir şeyler öğrenebilirsiniz tabii… Ama kültür yaşamadan asla öğrenilemez. Şimdi aklıma geliveren birkaç şeyden örnek vereyim; Kastamonu’da eskiden düven sürülürdü. Bu harman kültürüdür. Neyle sürülürdü diye sorsanız “Düven cevabını alamazsınız, bilmezler. Yazın susadınız. Suyu neyle içersiniz? Tıkır’la… Bunu Kastamonu’da yaşamayan biri nasıl bilecek ki…
Geçen gün bir sohbet esnasında bir hemşerimiz, üstelik milletvekilliği aday adaylığında bulunmuş bir hemşerimiz laf arasında dedi ki; ‘…Ben İnebolu’da doğmuşum.’ Sordum; ne demek İnebolu’da doğmuşum? Nasıl yüzeysel bir tanımlamadır bu… Bu mudur Kastamonu kültürüne sahip olmak? Ben o hemşerimizin Kastamonu kültürüyle yoğrulduğunu hiçbir şekilde düşünmüyorum.
Bizim dernek camiamızda da var böyle isimler. Sorsanız bilmem hangi Kastamonu derneğinin başkanıdır, yöneticisidir ama Kastamonu kültürü hakkında bildikleri, duyduklarından ibarettir. Kastamonu’ya senede bir ya giderler, ya gitmezler.
“Yeni nesil, Kastamonu kültüründen çok uzak”
Büyük şehirlere göç etmiş ailelerin ikinci, üçüncü kuşak çocukları Kastamonu kültüründen uzak yetişiyorlar. Bu çocuklar Kastamonu kültürünün neresindedir?
Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde yaşayan yeni nesil, Kastamonu kültürünün maalesef hiçbir yerinde değildir. Bunu özellikle İstanbul için söylüyorum. Mesela bir Anadolu şehrinde gurbetteyse bu kültürü bir nebze de olsa alabilir ama İstanbul’da alamaz.
Zaten senede veya iki senede bir köyüne giden ana-babanın kendisi kültüründen uzaklaşmıştır, çocukları nasıl sebeplensin bu kültürden? Bakın ben size bir örnek vereyim; Biz Kastamonu merkezde yaşıyorduk, rahmetli babam esnaftı. Mesela İstanbul’dan dönemin Beşiktaş noteri Yavuz Ballık veya benzer başka Kastamonulu isimler gelirdi. Babama, ‘Muhsinciğim, bize köy ekmeği getirtebilir misin’ derlerdi. Hatta ben çocuk aklımla; ‘yahu adamlara bak, İstanbul’da ekmeğin her çeşidi varken gelip burada köy ekmeği arıyorlar’ diye düşünürdüm. O zamanlar şimdiki gibi pazarlarda köy ekmeği üryani eriği falan satılmazdı.
Ne zaman onlar gibi düşünmeye başladınız?
Kastamonu’dan ayrıldıktan sonra… Ben 1974 yılında Diyarbakır’a tayin olduğum zaman, ilk olarak burada Kastamonulu var mı diye aramaya başladım. Polis memuru Mehmet Göl var dediler. Bizim köyden Mehmet ağabey… Hemen gidip buldum. (işte bakın bende Kastamonu kültürü var demek ki) Rahmetli annesi hemen, ‘sen özlemişsindir’ diyerek bana etli ekmek yaptı.
Şimdi soruya geri dönelim; İstanbul’da yetişmiş bir yeni nesil genç bu durumda ne yapar? Bence bu hassasiyetlerin hiç birini göstermez, gösteremez. Çünkü o kültürden beslenmemiştir.
Peki, kuşaklar değiştikçe kültürler bu denli yozlaşıyorsa, ebeveynler bu kültürü çocuklarına nasıl aşılayacaklar?
Burada en büyük görev gurbette ki Sivil Toplum Örgütlerine düşüyor. Ama bunu yapacak olanın önce kendisinin bu kültürü almış olması gerekir.
O zaman şöyle soralım; Kastamonu kültürünü almış bir STK başkanı olarak, Kastamonuluların İstanbul’daki en büyük derneği Kas-Der’ in genel başkanı olarak siz ne yapacaksınız, nasıl yapacaksınız?
Öncelikle, tek vücut olmalıyız. ‘Biz buyuz’ diyebilmeliyiz. Ben her hangi bir etkinlikte mikrofon başına geçtiğimde konuşmama hep şöyle başlarım; ‘Bu kusursuz döngünün nakış gibi işlediği, benim güzel memleketim Kastamonu’nun güzel insanları.’ Çünkü Kastamonu’muz gerçekten kusursuz işlenmiş bir nakış güzelliğinde, eşi benzeri olmayan bir kültürün bağrıdır. Kültürümüze sahip çıkmalıyız.
Ben ABD’de birçok, eyalet, Avrupa’da 7–8 ülke gördüm, Türkiye’de 46 vilayet gördüm; yok böyle bir memleket. Kastamonu gibi başka bir yer olamaz yeryüzünde. Bu, Allah’ın bize bahşettiği bir nimettir. Siz Kastamonu Kalesi gibi bir kale gördünüz mü başka bir memlekette? Göremezsiniz. Bizim Kastamonu’daki evimiz kalenin tam karşısındadır. Ben o kaleyi ve orada dalgalanan ay-yıldızlı bayrağı seyretmeye doyamıyorum, tarifi imkânsız bir haz duyuyorum.
Latif bey, sizde memleket duygusunun bu kadar yoğunlaşmasının sebebi nedir, kim aşıladı size memleket sevgisini?
Babam… Tek kelimeyle babam aşıladı. Babamın bir lafı vardı; “Oğlum, cennet ya Kastamonu’nun altındadır, ya da üstünde” Ben babamın oğluyum, 18 yaşına kadar onun yanında yetiştim. Bu arada yaz tatillerinde İstanbul’a gezmeye gelirdim. İstanbul’la Kastamonu arasındaki insani ilişkilerin farkını bu dönemde keşfettim. Ailelerin çocuklarına küçük yaşlarda aşılayabileceği bir duygudur bu.
Mesela çocuklarımızla Kastamonu şivesiyle, lehçesiyle konuşmak… Ben çok severim memleketimin yozlaşmamış, bozulmamış konuşma üslubunu.
Bakıyorum insanlar kendi menfaatlerinin peşinde. İnsanlar tabi ki kendi menfaatlerini düşünecek, geçimini temin etmek için para kazanacak, statü kazanmak için çaba harcayacak. Ama bu hedeflere ulaşmak için Kastamonulu olmayı kullanmamalı kimse. Kastamonu kültürünü yok etmeye yönelik davranışlarda bulunmamalı. Zaten yok edemez kimse bu kadar köklü bir kültürü, ama zarar da vermemeli.
İstanbul’da yaşayan Kastamonulular, hatta başka vilayetlerden İstanbul’a göç eden diğer vatandaşlar, burada kendi kültürlerini bir şekilde sürdürmeye çalışıyorlar. Ne derece başarılı olabiliyorlar?
Hiç başarılı olamıyorlar. Ne kendi kültürlerini yaşatabiliyorlar, ne de İstanbul’a adapte olabiliyorlar. Hayatları, nereye ait oldukları konusunda ki soruya yanıt aramakla geçiyor. Bu anlamda manevi bir boşluğun içinde yaşıyorlar. Kastamonulular olarak biz, ne kendi kültürümüzü koruyabildik, ne de İstanbullu olabildik. Maalesef Kastamonulular olarak kendimizi ifade etme, hizmet alma, hak arama gibi konularda da eksikliklerimiz var. Haseki Eğitim Ve Araştırma Hastanesi müdürlüğüm sırasında da, şimdi de her gün birçok telefon alıyorum; ‘Müdürüm MR çektirmemiz gerekiyor çektiremedik, Başkanım bir hastamızın yatması gerekiyor hastaneler kabul etmiyor’ gibi. Bu Kastamonulu kardeşlerimiz İstanbullu olamamış. Olabilselerdi kendi işlerini kendileri hallederdi. Biz elbette hemşerilerimize yardımcı olabilmekten mutluluk duyarız. Ancak aslolan, bireylerin kendi ayakları üzerinde durabilmeleri, haklarını arayabilmeleri, kendilerini ifade edebilmeleridir.
*******************************************************************
“Cennet Kastamonu’nun ya altındadır, ya üstünde” (Muhsin Çilingiroğlu)
2. BÖLÜM
Yaşam kalitesi kimine göre cüzdanın şişkinliğiyle, kimine göre sahip olunan makamla mevkiiyle ölçülür. Bazı “şanslı” insanlar kaymağını yerken kaynağı belirsiz variyetin, çoğunluk; kem talihinin kıskacında törpülenen ömrünü seyre dalar umarsız, çıkarsız.
Güçlüysen “Vur” diyenlerin aksine, ne mutlu ki, bu gidişata “Dur” diyebilme gücünü halktan yana kullanabilen “Adam”lar yaşıyor hala etrafımızda. Az sayıdaki ender kişiliklerden biri olan Latif Çilingiroğlu ile röportajımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz…
Sayın Çilingiroğlu, sizin memuriyet hayatınızda özelde hemşerilerinize, genelde tüm vatandaşlara azami ölçüde yardımcı olmaya çalıştığınızı biliyoruz. Memleket sevginizi babanızdan aldığınızı söylediniz. Peki, yardım etme içgüdünüzün bu kadar gelişmiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Edindiğim tüm güzel hasletler gibi bu duyguyu da babam babamdan aldım. Bu duygunun manevi hazzını anlatmaya kelimeler kifayet etmez. Bazen ailemden ve yakın çevremden bu konuda serzenişler oluyor; ‘kendini harcıyorsun, mahvediyorsun’ şeklinde. Ama dediğim gibi, bu çok farklı bir boyuttur. Bir örnek vereyim; geçtiğimiz ay genel merkezdeki çalışma arkadaşlarımızla birlikte gittiğimiz Pınarbaşı Festivali’nde, adımızın takdim edilmesiyle birlikte 8–10 hemşerimiz yanımıza gelip saygı ve teşekkürlerini bildirdi. Kiminin yıllar önce kızının tedavisine yardımcı olmuşuz, kiminin eşinin ameliyatı konusunda yol göstermişiz. Elbette biz kimseye bir şey bahşetmiş falan değiliz. Sadece vesile olmuşuz, çözüm üretilmesine yardımcı olmuşuz. Ama aradan uzunca bir zaman geçmiş olanların bile vefa duygusuyla yanımıza gelip gözlerindeki minnet parıltısıyla teşekkür etmelerinin hazzını başka bir şeyde bulmak mümkün değildir. Şahsen beni ruhen besleyen memleketimin insanlarının bu samimiyetleridir. Ama zaman zaman kendimi bu duyguya fazlaca kaptırıp kendi hayatımı ıskaladığım da olmuyor değil. Kastamonu sevgim her şeyin üstündedir. ‘Cennet Kastamonu’nun ya altındadır, ya üstünde’ diyen babamın sesi hala kulaklarımda çınlar.
Sizin iyi niyetinizi, yardımcı olma duygunuzu istismar eden kişiler oldu mu hiç?
Çok… O kadar çok ki saymakla bitmez.
Böyle durumlarda kendinize kızıp, pişman olup; ‘benden bu kadar’ şeklinde kararlar aldığınız oldu mu?
E tabii… Sonuçta insanız. Önce bir kızıyorsunuz; ‘ben sana yardımcı olmaya çalıştım, senden bir şey talep etmedim, bir beklentim olmadı. Sen niye benim iyi niyetimi suiistimal ediyorsun?’ diye bir iç muhasebe yaşıyorsunuz. Ama gelen başka bir yardım talebiyle tüm bu düşüncelerden arınıp tekrar aynı yardımsever kişiliğe bürünüyorsunuz. Mesela müdürlüğüm döneminde hastaneye işe aldığım-aldırdığım bazı kişiler benim adımı kullanarak kendilerine çıkar sağlamaya çalıştı. Bunlar beni çok üzdü, üzüyor. Ve bunlar İstanbul’da yaşayan, ne Kastamonulu kalabilmiş ne de İstanbullu olabilmiş aidiyet-mensubiyet duygusu yerleşmemiş olan kişiler.
8 yıl sürdürdüğünüz İstanbul Haseki Eğitim Ve Araştırma Hastanesi müdürlüğünüz döneminde aralarında mühendis ve doktorların olduğu birçok insanın tayinlerinde pozitif ayrımcılık rolünüz olduğu, birçok kişiyi de işe aldırdığınız biliniyor. Kaçtı bu sayı?
Dostlarımız vasıtasıyla doktorların tayinlerinin yanı sıra, Haseki Hastanesinde taşeron firmalar vasıtasıyla çalışan bilgisayar, inşaat, elektrik mühendisi, bilgisayar operatörü, hademe vs. toplam 800 kişilik personel vardı. Bu rakamın 168’i Kastamonuluydu. Benim anlayışıma göre 200 olmalıydı. Bu yargıya nasıl vardığımı sorarsanız başımdan geçen bir olayla nakletmek isterim; Hastanemizde denetim yapan bir Sağlık Bakanlığı müfettişi araştırmış ve o zamanki rakamla 128 olan Kastamonulu personel sayısını çok bularak bana bunun sebebini sormuştu. Ben de ona bir soruyla yanıt verdim, dedim ki; müfettiş bey, Çanakkale Savaşında bu ülke, bu ulus kaç şehit verdi? ‘Çok’ dedi. Ben de biliyorum çok olduğunu dedim. Bana rakam verin. Müfettiş bey bilemedi kaç şehit verildiğini, demek ki tarihe ilgisi yoktu kendisinin. Ben yanıtladım; tarih bu rakamın 250 bin civarında olduğunu yazıyor. Peki, bu şehitlerden kaçı Kastamonuluydu? Tabi genel rakamı bilmeyen müfettiş bey Kastamonulu şehitlerin sayısını nereden bilecekti… ‘Ben söyleyeyim müfettiş bey dedim, ‘tarih bunu (bazı tarih kitapları arasında değişkenlik gösteriyor) 73 binle 90 bin arasında yazıyor. Yani 1/3’ü Kastamonulu. Ey müfettiş bey! O tarihte bu ülkede 3–4 vilayet mi vardı? Kastamonulular gönülden, koşarak gittikleri savaşta şehit düşmüştür. Almadan vermek Allah’a mahsustur, biz vermişiz.’ Öyle mi? Dedi. Öyle müfettiş bey dedim. O zaman dedim bu hastanede çalışan 800 kişinin 200’ü Kastamonulu olmalıdır. Bu benim doğrum, benim tezimdi. Müfettiş bey beklemediği bu çıkış karşısında şaşkınlığa uğramıştı. Buna benzer çok şeyler yaşadım. Soruşturmalar geçirdim. Ama insan adil olmalıdır; hiçbir zaman Kastamonulu olmayan kalifiye bir elemana aynı iş için yetersiz olan bir Kastamonuluyu tercih etmemişimdir. Aynı bilgi ve yeteneğe sahip seçenekler arasında ise tercihim Kastamonulu adaydan yana olmuştur.
Memleket sevdası yüzünden birçok şeyi göze alıp makamınızı tehlikeye attınız. Nereden alıyordunuz bu başkaldırma gücünü?
Öncelikle kendime güvendim, yaptığım şeyin doğruluğuna inandım. Sağlığında babamdan güç aldım. Babam bana derdi ki; “Oğlum korkma, hiçbir şeyden, hiç kimseden sakın ha korkma! Dostlarımdan aldım sonra… Dost kavramının gereğini tam manasıyla yerine getiren dostlarımdan. Üniversitede okurken hocalarımdan birinin bir lafı vardı; ‘oğlum, birilerine yaslanmayın, o yaslandıklarınız bir gün çekip gider, sırt üstü düşersiniz.’ Ben hayatım boyunca kimseye yaslanmadım. Hiçbir siyasi oluşumun içinde olmadım, hep insana, dosta yatırım yaptım, doğru bildiğimi yaptım ve kolay lokma olmadım.
Söyleşinin başından beri bir şey dikkatimizi çekiyor; kişiliğinizin gelişmesinde, karakterinizin oluşmasında babanızın büyük bir etkisi var.
…Ve bir gün geldi her ölümlü gibi babanız da vefat etti. Belli ki, bir yıkımdı bu sizin için. Neler hissetiniz, yokluğuna nasıl alıştınız, anlatır mısınız?
Bir çınardı babam… O anı, o günü hatırlamak bile istemiyorum. Herkesin babası kendisi için değerlidir, ama benim babam bambaşkaydı, hayata dair öğrendiğim her şeyde hala kulağımdan gitmeyen onun sözleri, kendime çizdiğim doğruluk yolunda onun ayak izleri vardır. Dedim ya; o anı tekrar hatırlamak ve konuşmak istemiyorum.
Nasıl atlattınız o buhranı, neyle teselli buldunuz?
Babamın yokluğu beni çok etkiledim. Kardeşimi koydum babamın yerine… Benden 8 yaş küçük kardeşimi (Ömer Çilingiroğlu). Ben 18 yaşında memleketten ayrıldım, kardeşim hep babamın yanındaydı. Onun babamdan daha çok feyiz aldığını, babamın birçok özelliğini bünyesinde barındırdığını düşünerek babamın yerine koyduğum kardeşimle teselli buldum. Babamdan sonra kardeşim benim en büyük destekçimdir.
Sizin bir de pek bilinmeyen sporcu kişiliğiniz var, anlatır mısınız?
Evet, ben 16-17 yaşlarında Kastamonuspor genç takımında oynadım. Ankara Tandoğan meydanında Ankaragücü stadında oynarken antrenör Sadri hoca beni beğendi takıma çağırdı. O yaşlarda tabi lisans falan yok. Bir süre oynadıktan sonra gençliğin getirdiği haylazlıkla işin ciddiyetinin idrakine varamadık ve futbol hayatımız pek uzun sürmedi.
Sayın başkan, biraz da ülke gündemine değinelim istiyoruz. Ülkemizde 30 yıldır devam eden, özellikle son günlerde yoğunluğu iyice artan terörizm olayları cereyan ediyor. Siz göreviniz icabı Kürt kökenli vatandaşlarımızla yıllarca aynı şehirde yaşadınız. O bölgenin halkının haklarını aradığını iddia eden ayrılıkçı terör örgütüne ve bölge halkına ilişkin bir değerlendirme yapar mısınız?
Öncelikle her gün aldığımız şehit haberlerinin yüreğimizi dağladığını ifade etmeliyim. Vatanın birlik ve bütünlüğüne kasteden terörizmi şiddetle ve nefretle kınıyorum. Ben Diyarbakır’da 1974–1979 arası 5 yıl Diyarbakır Devlet Hastanesi müdürü olarak görev yaptım. O yıllarda terör daha yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı ve dönemin iktidarının yetkilileri bu oluşumu, 3–5 çapulcu şeklinde nitelendiriyordu. Gelinen noktada görüyoruz ki meseleye daha ciddi eğilmek gerekiyormuş.
Ben terör örgütünün Doğu ve Güneydoğu halkının tamamı tarafından desteklendiğine inanmıyorum. Orada yaşayan vatandaşlarımızın çoğu ülke bütünlüğünden yana, aklıselim insanlardır. Diyarbakır’daki görevimden ayrıldığımda havaalanında beni uğurlamak üzere gelen yüzlerce insan vardı. Askerlik için ayrılıyordum ve oraya geri dönmeyecektim oysa.
Tarih boyu ülkemiz insanlarının etnik, dini ve mezhepsel farklılıklarını kullanarak kutuplaştırma, bölme, parçalama, ayrıştırma emelleri güden mihraklar olmuştur. Meselenin derinine inmek gerekir; bu yaşananlar kimlerin, hangi oluşumların, hangi güçlerin değirmenine su taşımaktadır bunu iyi analiz etmek, kalıcı çözümler üretmek lazımdır.
Sayın Çilingiroğlu, ülkemizde birçok konuda olduğu gibi din ve laiklik konusunda da amiyane tabirle sapla saman birbirine karıştırılıyor. Sizin kendine has bir anlayışınız ve üslubunuz var. Din, laiklik ve Atatürk konusuna nasıl bakıyorsunuz, bu olguların istismar edildiğini düşünüyor musunuz?
Evet, maalesef ülkemizde her olgu bazı zümrelerin kendi isteği ve çıkarı doğrultusunda kullandığı, istismar ettiği enstrümanlar olarak kullanıyor.
Öncelikle dini ele alalım; Din ilahi bir olgudur, Allah’la kul arasındadır. Siyaset vb. şeylerle kıyaslanamaz, alet edilemez. Allah niye belli zamanlarda toplumlara, kavimlere din ve peygamber göndermiştir; o kavimlerde yaşanan yozlaşmaları, bozulmaları önlemek, sapkınlıkları dizginlemek, doğru yola sevk etmek için. Bizim dinimiz İslam son din, peygamberimiz Hz. Muhammed son peygamberdir. İslam dininde mantığa aykırı hiçbir hüküm yoktur, din anlayışını ucuzlatan din bezirgânlarıdır. Müslüman’ım diyen birileri, hatta bazı münafıklar (Dini kurallara inanmadığı halde inanmış gibi görünen kişi) dini kendi tekellerinde bulundurarak çıkar sağlama arzusuyla hem insanları yanlış yola sevk etmekte, hem de Allah’a şirk koşmaktadırlar. Kimse bilmez, yeri geldi diye söylüyorum; ben 6 yaşında Kur’an-ı Kerim’i hatmetmişimdir, elhamdülillah Müslüman’ım, çocuklarıma da gerekli dini eğitimi aldırdım. Ama bağnazlığın şiddetle karşısındayım.
Atatürk?
Mustafa Kemal Atatürk gibi ikinci bir insan daha bu dünyaya gelmemiştir, gelmeyecektir. 50’li yaşlarındaki fotoğraflarına bakın, 80’li yaşlarda gibi durduğunu görürsünüz. Gerçi bunu Atatürk’ün çok içki içtiğine bağlayanlar vardır, ancak Atatürk alkolik bir adam değildi. Eğer bu uydurma tez gerçekçi olsaydı alkol alan herkesin 50’li yaşlarda ölmesi gerekirdi, oysa 80-90 yaşında nice alkolikler var.
Laiklik?
Laiklik, toplumun her hakkının olduğu gibi, dini inanışının da teminatıdır. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, birilerinin din tüccarlığına soyunmasının önündeki en büyük engeldir.
Konuşulacak çok şey var aslında Latif Çilingiroğlu’yla… Laf lafı açıyor, uzayıp gidiyor sohbet. Bunca yaşanmışlığı bir röportaja sığdırabilmenin mümkün olamayacağı açık… Hayatını kitaplaştırma önerimize heyecanla ‘evet’ diyor Çilingiroğlu. Ve sözleşiyoruz, en kısa zamanda “Bir Hayatın İzdüşümü”nü kitaplaştırmak üzere bir araya gelmeye.
Bu yazı içeriğinin tüm hakları www.istamonu.com ve GAZETE İSTAMONU’ya aittir. İzinsiz yayınlayanlar hakkında hukuki işlem başlatılacaktır.