Doç. Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Hicri takvimin dokuzuncu ayı olan Ramazan, Kur’ân-ı Kerim’de adı açıkça zikredilen tek aydır. Bu ayda oruç tutmak Bakara Suresi’nin 185. ayetiyle farz kılınmıştır. Yüce Allah bu ayette şöyle buyurur: “Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onda Kuran, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez…” Peki Ramazan ayının inanan bireyler olarak bizlere vermesi beklenen mesaj ya da mesajlar nelerdir? Kuşkusuz bu soruya pek çok açıdan cevap verilebilir; ancak biz bu yazımızda insanın yaratılmışlar içindeki ayrıcalıklı konumuna ve dünyadaki varlık amacına dikkat çekerek cevap vermeye çalışacağız. Bilindiği gibi insan iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, adaleti ve zulmü birbirinden ayırabilecek özelliklere sahip biricik varlıktır. Diğer varlıklardan üstün niteliklerle donatılmış olmasından dolayı Yüce Allah ona pek çok nimet bahşetmiştir (En’am, 6/2; Secde, 32/9). Ancak varlıklar arasındaki bu ayrıcalıklı durum, ona aynı zamanda büyük bir sorumluluk da yüklemektedir (İnsan, 76/1–3; Hud, 11/7).
İnsan dünya hayatında, iyi ve kötü olanı seçip seçmemekte özgür bırakılmış olup tercihlerinin sonucu ahirette açıklanacak olan bir imtihanın öznesidir (Mülk, 67/2). Dünya hayatında Allah’ın ona verdiği güzel ve çekici nimetler dünya hayatı gibi geçicidir. Bu yüzden insan, dünya nimetlerinin çekiciliğine aldanmamalıdır. Çünkü onların albenisine kapılmak, ahirette ödül getirecek olan, doğruluk, dürüstlük, adalet, vefa, iyilik, diğergâmlık, erdemlilik, affedicilik, toplumsal dayanışma ve yardımlaşma gibi yüksek ahlaki değerleri unutmak ve onlardan uzaklaşmak sonucunu doğurabilir (Nahl, 16/60; Nisa, 4/38; Mü’min, 40/27). Diğer varlıklar karşısında ayrıcalıklı bir konumda bulunan insanın; haysiyet ve onurunu koruyarak, hem dünyayı hem de ahireti kazanmak için çalışması gerekir. İslamiyet’te, ne dünya için ahiretin ne de ahiret için dünyanın terk edilmesi istenir (Kasas, 28/77). Kur’an-ı Kerim’de; “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver…” (Bakara, 2/201) ve “Bize, bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de” (A’raf, 7/156) ayetlerinde, hem dünyada, hem de ahirette lütuf ve iyiliklerle karşılaşmak için Yüce Allah’a içtenlikle dua etmemiz istenmektedir. Ancak uygulamada dünya ile ahiret arasında istenen dengenin her zaman başarılı bir biçimde kurulduğunu söylemek mümkün değildir. Özellikle ahiretin sonsuzluğunu, dünyanın ise geçiciliğini vurgulayan ayetlerin dünyanın önemsiz olduğu şeklinde anlaşılması; dünyanın terkedilmesi gerektiği gibi yanlış bir çıkarıma yol açabilmekte, bu da insanı tembelleştirerek, dünya-ahiret dengesi konusunda istenmeyen sonuçların ortaya çıkmasına sebep olabilmektedir.
Sevgili Peygamberimiz; “dünya ahiretin tarlasıdır” (Aclûnî, Ebu’l-Fida İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafa, Beyrut, 1351, I, 412), “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, Haydarabad, 1344, III, 19), “mü’minlerin en hayırlısı, dünya için ahireti, ahiret için dünyayı terk etmeyendir” (Hayatü’s-Sahabe, s. 1896–1897), “veren el, alan elden üstündür” (Buhari, “Vesaya”, 9; “Rikak”, 11, “Zekat”, 18; Müslim, “Zekat”, 94, 97, 106) gibi hadisleriyle; çalışmayı, kazanmayı, üretmeyi, kazanılan ve üretilen mal ve hizmetlerin bir bölümünü karşılıksız olarak toplum yararına harcamayı ve dengeli bir hayat yaşamayı teşvik/tavsiye etmiştir. Çünkü sonsuz ahiret hayatının kazanılması, geçici olan bu dünya hayatında gerçekleştirilecek ‘salih amel’ler, yani yalnızca Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle yapılan hayırlı, iyi işler ve eylemler ile mümkündür (Tur, 52/21). Yine Resul-i Ekrem Efendimiz; “insanların en akıllı ve olgun olanları, ölümü en çok anan ve ona en çok hazırlıklı bulunanlardır. Bunlar dünyanın şerefi ve ahiretin kerametini beraber götürürler” (Buhârî, “Kitâbu’l-Cihâd”, 134) ve “Dünyasını ahireti için, ahiretini ise dünyası için terk eden kimse, hem dünyası, hem de ahireti için çalışmadıkça sizin hayırlınız olamaz. Zira dünya, ahirete erişmek içindir” (A. Himmet Berki, 250 Hadis, D.İ.B. yayınları, Ankara 1974, s. 156, H. No, 191) buyurarak, dünya ve ahiret dengesinin önemine dikkat çekmiştir. Bu nedenle, İslamiyet’te, geçiminden sorumlu olduğu kişilerin bakımını helal kazançla sağlamak için dini görevlerini aksatmadan çalışan kişinin, bu içtenlikli çabası/cihadı, ibadet ölçüsünde değerli kabul edilmiştir.
Dünya, ahiret hayatı için gereken hazırlıkları yapabileceğimiz yegâne mekândır. Bu nedenle, inanan insanın, inancının gereğini yapması, yani hayatını, Yüce Allah’ın buyrukları doğrultusunda sürdürmesi gerekir. Çünkü dünya ve âhirette mü’min ve müslüman olan bireyi mutlu kılacak olan, Allah’ın buyruklarına boyun eğip yasaklarından sakınarak O’nun rızasını/hoşnutluğunu kazanma gayreti içinde olmaktır. Dolayısıyla, dünya hayatındaki sınavı geçerek ahirette sonsuz hayat ödülünü kazanacak olanların, özünde iyi olan yüksek ahlaki değerleri dünyada iken yaşayanlar ve yaşatanlar olduğunu, bunları yaşayıp yaşatma gayreti içinde olmayanların ise sınavı kaybedeceklerini unutmamalı; bu yüksek ahlaki bilinçle Yüce Yaratıcımızın huzurunda hesaba çekilmeden önce dünyada iken kendimizi hesaba çekmeli ve nihayet Rabbimizin inanan gönülleri ferahlatıcı, esenlik ve sonsuzluk vaad eden şu müjdesine nail olmaya çalışmalıyız: “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir” (Fecr, 89/27–30). Bu duygularla hepinizin Ramazan ayını tebrik ediyor; Yüce Allah’ın varlıklara rahmet ve mükâfatını çokça artırdığı bu ayda müminlerin de birbirlerine şefkat ve merhamet duygularıyla yaklaşmalarını diliyorum. Önümüzdeki Perşembeyi Cumaya bağlayan gece hicri 1431 yılının ilk teravih namazını kılıp Ramazan ayının ilk orucu için sahura kalkacağız. Unutmayalım ki, Ramazan ayında, iftar sofralarının özellikle yoksullara açılması, muhtaçların her zamankinden çok gözetilmesi, insanlar arası sevgi, şefkat, merhamet ve kardeşlik duygularının zirveye çıkması, kısaca insanların her zamankinden çok birbirinin acısından ve sevincinden haberdar olması gerekir; inanan insana yakışan da ancak budur.
Doç. Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU KİMDİR?
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Çapcıoğlu, Kastamonu’da doğdu.
2000 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 2003 yılında Sosyal Değişme Sürecinde Din ve Kadının Toplumsal Konumu -Kastamonu Örneği- başlıklı teziyle yüksek lisansını; 2008 yılında, Sosyo-Politik Tutumlar ve Dindarlık İlişkisi başlıklı teziyle ise doktorasını tamamladı. Din, bilgi ve kültür sosyolojisi konularıyla ilgili kitapları, kitap bölümleri, uluslar arası ve ulusal makale ve bildirileri bulunan Çapcıoğlu’nun yayınlanmış çalışmalarından bazıları şunlardır: Din Sosyolojisine Giriş, Ankara 2006 (2012 -3. Baskı-); Din Sosyolojisi: Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar, Konya 2006 (2010 -2. Baskı); Küreselleşme, Ulus-Devlet ve Din, Ankara 2007; Sosyolojinin Temel Kavramları, Ankara 2008 (2009 -2. Baskı-); Din Sosyolojisine Giriş: Klasik ve Çağdaş Kuramlar, Ankara 2011; Modernleşen Türkiye’de Din ve Toplum, Ankara 2011; Küreselleşme, Kültür ve Din, Ankara 2011. Doç. Dr. İhsan Çapcıoğlu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Din Sosyolojisi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak akademik faaliyetlerini sürdürmektedir.