22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden sadece üç gün sonra, Gebze Cezaevi’nin önünde toplanan 5 bin kişi, ellerinde karanfillerle, alkışlarla, sloganlarla bir milletvekilini karşılıyordu. Tutuklu bulunduğu cezaevinden tahliye edilen Sebahat Tuncel, henüz yemin etmeden önce halk tarafından çoktan meşruiyetini kazanmıştı. O gün, cezaevi nizamiyesi adeta sembolik bir sandığa dönüşmüş; demografi, demokrasi ve aidiyet kavramlarının iç içe geçtiği bir halk sahnesi kurulmuştu.
İşte o gün bir kez daha anladım: Bu ülkede “demografi” yalnızca TÜİK tablolarından ibaret bir nüfus bilimi değil, aynı zamanda bir toplumsal bilinç, bir temsil kabiliyeti, bir hakikat sorunudur. Ama bizim bu “demografi bilinci”ni kazanabilmemiz için daha kaç fırın ekmek yememiz gerekiyor.
Zira hâlâ hemşericiliği sadece düğün ve cenaze organizasyonlarında bir araya gelmekten ibaret sanıyoruz. Hâlâ nüfus yoğunluğunu, seçmen sayısını, göç dinamiklerini, kentlileşmeyi, sınıfsal kümelenmeleri birer “sayısal veri” olarak okuyoruz ama bu verilerin sosyolojik karşılığını anlamaya çalışmıyoruz.
Ne Kastamonu’ya sığabildik, ne İstanbul’a. Sıkı sıkıya da sarılamadık bir türlü…
Hâlâ sivil toplumun yerel dokularla nasıl temas kurması gerektiğini, kamusal temsiliyetin hangi sosyolojik katmanlarla iç içe geçtiğini yeterince tartışamıyoruz.
Bir yerde demografi bilinci yoksa, orada demokrasi de kök salamaz. Çünkü temsilin ve katılımın haritası, demografiyle çizilir. Nüfusun yoğunlaştığı bölgelerde hangi sınıfsal kırılmalar yaşanıyor? Hangi mahalle, hangi dili konuşuyor? Kimler dışlanıyor, kimler merkeze alınıyor? Bu sorulara cevap vermeden; sadece “seçim sonuçları”na bakarak demokratik bir bilinç inşa edemeyiz.
O gün 5 bin kişinin coşkusunda; sosyolojik temsile duyulan iştahı, dışlanmışların görünürlük talebini ve siyasetin tabandan gelen bir güçle nasıl dönüştürülebileceğini gördüm.
Bizde ise hâlâ başkasının bakırını altına çevirdiği yerde, kendi altınımızı yakıyoruz. Kendi değerlerimize, kendi temsilcilerimize sahip çıkmakta tereddüt ediyoruz. Belki de bu yüzden, “bizden birinin” kıymetini ya sürgünde, ya hapiste ya da ölüm döşeğinde anlıyoruz.
Bugün geldiğimiz noktada ne yazık ki ortada olan şey sadece istatistik değil, pürmelal halimizdir.
Ve bu pürmelal hâl, bize bir şey anlatıyor:
Demografi sadece nüfus değil, aidiyet meselesidir.
Demokrasi sadece seçim değil, temsiliyet meselesidir.
Ve sivil toplum sadece dernekler değil, vicdan meselesidir.
O yüzden tekrar sormak lazım: Gerçek bir demografi bilinci geliştirmek için daha kaç fırın ekmek yememiz gerekiyor?