Kimi zaman mesele, bir lokmanın değil, bir onurun, bir emeğin, bir memleketin masaya konuluş biçimidir. Burada mesele pastırma hiç değildir.
Yaklaşık bir aydır konuşulan “Kayseri–Kastamonu pastırma krizi” işte tam da böyle bir hikâyedir: Görünürde küçük, manada büyük…
Anadolu’nun iki kadim şehri arasında esen bu rüzgâr, aslında bir öfke değil, bir kırgınlıktır.
Çünkü bazen sessizlik en yüksek sestedir.
Kastamonu’nun emeği, bir hediyenin, bir jestin, bir gönül alışverişinin ötesindeydi. Ama o gönül, nezaketin yerine kibirle karşılık bulunca, işte orada bir kırılma yaşandı.
Kriz, bir pastırmanın değil; nezaketin, itibarın ve dostluğun yönetilememesiydi. Küçük bir iletişim eksikliği, büyük bir onur sancısına dönüştü. Kurumsal dünya, fırtınaları yönetebilme sanatıdır. Ama zat-ı muhterem MÜSİAD Genel Merkezi ve Genel Başkanı bu olayda rüzgârı dindirmek yerine yelkeni ters çevirdi.
Bir şehirde alın teriyle, emeğiyle seçilmiş bir insan; bir başka şehrin gönül rüzgârına feda ettirildi.
Oysa mesele bir koltuk değil, temsil ettiği değerdi. Sadık Kışlı ve arkadaşlarının yaptığı şey, sadece bir istifa değil; sessiz bir isyandı.
Onlar, gürültüsüz bir vakar bıraktılar ardında. Bir adım geri attılar ama o adım, aslında memleketin onur çizgisini çizdi.
Bizim topraklarımızda vefa, köklü bir ağaç gibidir. Kökü derindedir ama su bulmazsa kurur. Kimi zaman o suyu çekip alan şey, makam hırsıdır, güç zehirlenmesidir. Bugün yaşanan tam da budur: Vefanın kurum duvarları arasında susuz bırakılması.
Kastamonu, her zaman alın teriyle konuşan bir şehirdir. Bu şehir üretir, taşın altına elini koyar, incinse bile dik durur.
Ama en çok da “kendi evladının sessizliğine” kırılır. Kriz sonrası yapılan açıklamalar, sadece bir olayın değil, bir anlayışın aynasıydı.
Kibir, nezaketin yerini alınca, kardeşlik de yara alır. Ve o yara, iki şehir arasında değil, gönüller arasında açılır. Bazen mesele, sofraya ne koyduğun değil, o sofraya nasıl oturduğundur. Bu ülkenin her şehri, aynı sofranın misafiridir. Kastamonu’nun helvası da, Kayseri’nin pastırması da bu sofranın bereketidir. Ama biri diğerini küçümsemeye kalkarsa, o sofra bereketini kaybeder.
Şimdi mesele, yeniden aynı sofraya adaletle, saygıyla, kardeşlikle oturabilmektir.
Çünkü mesele ne pastırmadır ne koltuk. Mesele, memleketin onurudur. Ve o onuru korumak, kelimelerle değil, duruşla mümkündür.
Haydi son bir söz daha edeyim
Sadık Kışlı, bu hikâyede bir isimden çok bir aynadır. O aynaya baktığımızda, aslında kendimizi görmeliyiz. Ne kadar sahip çıktık ne kadar sustuk ne kadar korktuk…
Kastamonu’nun evlatları sıcak duruşlarıyla bilinir ama bu defa bir hatamız oldu. Bu sonbaharda, gerçekten üşüdük. Çünkü Kışlı ve ekibine sahip çıkamadık.

