Zamanın ardımızda kalan kısmı mazi. Mazi, derin anlamını mekândan, yapılardan, coğrafya ve tarihten daha çok insandan alır. Zaman insanın omuzlarından döküldükçe, hayatın yaşanmış dilimi daha kıymetlenir. Yaşanmamış hayat safhası, henüz somutluk kazanmamış, tecrübe haline dönüşmemiş. Belki bu nedenle tahayyül edilemiyor, dokunulamıyor ve üzerinde enine boyuna ahkâm kesilemiyor. Maziye hasretle bakıyoruz. Çünkü somut yaşam parçalarımız orada. Belki de bu yüzden kum sancısı mazi yüreklerimizde, saçlarımızın arasında ve tırnaklarımızın diplerinde kıpraşır boyuna. Acıtır ve kanatır.
Bir şehrin kitabını yazmak…
Bir şehrin kitabını yazmak… “Gelenekten Geleceğe Kastamonu”. Nicedir, söz verilmiş bir yazının harflerini taşıyordu kalbim: Nail Küçük’e kitabı için bir yazı yazacaktım. Oysa kimse bilmiyor: Hangi varlığın tarihine el sürmeye yeltensem bir hüzün bulutu savrulur yüreğime. Tarihin, tarih olabilmesi için ya da ona “tarih” diyebilmek için illaki acıyla mı akması gerekir? Tarih sevinçlerinden çok acılarıyla hatırlanıyor. Sadece fotoğraflara dokunmak bile yetip de artarken; yazılanlara, öykülere nasıl yetişebilirim. Kendi fotoğraf albümünün sayfalarını dahi geriye çevirmeyi beceremeyen bir bîçare koskoca bir şehrin yazılmış ve yazılamamış geçmişine nasıl cümleler düşebilsin.
Yahya Kemal Beyatlı, Aziz İstanbul’u anlatmaya şu cümlelerle başlar: “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu görünür.” “Gelenekten Geleceğe Kastamonu” kitabını okurken, şehir, her bölümde özge mimari görüntüsü, kültür ve tarihi ile muhayyilemde resmî geçit yaptı. Kimi zaman Selçuklu’nun kimi zaman Osmanlı’nın sıradan halkından mimarına, hamallık edeninden ermişine bir yığın hayal, bir o kadar resim aktı içime. Çokluğun vücuda getirdiği vahdet gibiydi.
Yazar, Kastamonu’nun hikâyesini anlatmaya kararlı görünüyor. İkinci kitabında, konularını daha incelikli bir işçilikten geçirdiği, seçici davrandığı besbelli. Acemilik kokmayan satırlardan kalemle hasbihal eylemenin lezzetine varmış olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Ne ki, yazar, yürürlüğe koyduğu eseriyle okura şimdikinden daha fazlasını vaad ediyor.
Yazılan bazı bölümlerde Kastamonu’nun üzerine kazınan Müslüman medeniyetinin mehabetine hayran kaldım. Ormanı, dağları, mimari yapısı ve ikilimi ile muhteşem bir uyum içerisinde kenetlenmişti. Farz edelim ki ormanı olmasaydı, iklimi, yeryüzü yapısı bugünkünden başka olsaydı, kitabı ısıtan o öyküler öksüz, mimari eserler noksan kalmaz mıydı? Cenab-ı Mevla, Kastamonu’yu ebedi bir güzel olarak sonsuzluğa erdirmek maksadıyla pek çok harikulade hâli bir araya getirmiş.
Kitabın içtenlikli bir dille yazılma gayreti göze çarpıyor ve bunun ekseriyetle başarılı olduğunu söylemek mümkün. Dil kullanımındaki özen ve anlatımdaki sadelik hem seviyeli hem anlama problemine sebep olmuyor.
Bir yerin hendesi yapısı, duvar uzunluğu, rakamsal veriler, belgesiz tarihler… Bütün bunlar bazen bir “anlam”ın yanında ne denli hükümsüz kalıyor. Söz ustası, şehir ve sevgili arasında saklı bir ilişki kurarak neyi işaretlemek istemiş olabilir? Şehir mi yoksa sevgili mi endazesini eğiyordu? Sokaklarında sevgiliyi veya sevgiliye dair birkaç hatıra barındırmıyorsa, şehir, ruhtan yoksun, soğuk taş yontusundan ibaret kalır. Asıl cevaplanması gereken sual şu: Şehirden mi sevgiliden mi hangisinden ayrı kalmak başa belaydı?
Ve o dizeler…
Bir şehre `ait` ya da `dair`olmanın ayırdında bir yumru gibi boğazına oturur insanın: “alışıldık bir şeydir / bir şehri terk ederken / bir sevgiliyi de terk etmek.”
Kastamonu gibi yazarına yeteri kadar malzeme sağlayan bir şehir hiç kuşkusuz bir şaheser çıkarabilir. Umuyor ve inanıyorum ki, Nail Küçük’ün bu çalışmaları arzulanan şaheserin bir davetçisi olur…
Bekir Biçer
Yazar-Şair